19 Mart 2012 Pazartesi

iş işten geçti jean-paul sartre

Bilirsiniz meşhur 90 yapımı /hayalet/ diye bir film vardı, işte o film bu kitap! yani filmi kitaptan uyarlamışlar //anlaşılmamış olma ihtimali üzerine eğilirken düşmemeye çalışmak// sartre ın üslubuna alışkın olmayanları aa diye bi düşündürebilir belki. Bir cümle var kayda değer diyor ki: //ne kadar şans verilirse verilsin insan aynı hatayı hep tekrar eder// 

kitap üzerine yapılan bir konuşma
-insan hata yaptığını farketmediği sürece,kafa aynı kafa, yol aynı yol (x)
-Yani eskilerin deyimiyle:
-Nato mermer nato kafa(y)
-Farkında oldukları zaman dahi Cenab ı hak tarafından ruhumuza iliştirilmiş bazı mefhumlar nedeniyle tekrarlarız kimi hataları.
Nalan ve Ferit //peyami safa nın Fer-it''i değil, hani şu ismiyle müsemma olan peşinde bir it dolandığını tahayyül eden Ferit// hayal edin: bu ikisi 140. maddenin vermiş olduğu avantajla birbirleri için yaratılmış ruhlar olduklarını öldükten sonra anlıyorlar. -peki o zaman hadi dünyaya geri dönün 24 saat içinde uyum sağlayın denildiği vakit tekrar ölümlerine sebebiyet veren mevzuların peşinde koşturuyorlar.. Aşk var evet insan bir diğeri için ruhunu bile verir canını bile verir evet ama hepsi palavra be Ahmet sen git onu edebiyat kitaplarında insanları etkilemek için yaz. Yok öyle bir şey. /ben/

ölümün dört rengi

Ölümün Dört Rengi-Dücane Cündioğlu...
Eskisi kadar etkileyici değil Dücane, sanırım yaş ilerlediği için oluşuyor bu tür mefkureler. 

Ve Dücane'nin daimi bir telkin havası var, bu da sıkabiliyor bir süre sonra... Çoğu zaman "filolog" edası verir Dücane, her daim kelimelerin manasıyla ilgilenmiştir ve hep bizim bildiğimizin yanlış olduğunu bildirmiştir.

Kısa yazılardan mürekkep hoş ve ilgi çekici bir çalışma meydana getirmiş Dücane abimiz...
şu iki makaleyi de okumanızı isterim:
1) http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=13829&y=DucaneCundioglu
2) http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=13861&y=DucaneCundioglu

8 Mart 2012 Perşembe

3 pasaj

Oysa ki kar yağıyor; tv'ler, radyolar bangır bangır anons yapıyordu: yerler buz, lütfen hız yapmayın, dikkatli kullanın! diye... Arkadan çarpan tırın etkisiyle 97 model tofaş marka otomobiliyle çoktan Boğaz Köprüsü ve Marmara Deniz'i arasında bir yerlere varmıştı Şevket. Bir kaç saniye sonra suya çakılacaktı. Çarmanın şiddetiyle olsa gerek biraz bilinç kaybına uğradıysa da, düşerken otomobilin camlarını kapatmış ve içeriye su dolmasını beklemeye başlamıştı. Düşerken tahayyül etmişti her şeyi: camlar kapanacak, suyun içeri dolması beklenecek ve arabanın üst kısmında kalan oksijen ciğerlere çekildikten sonra usulca sol kapıyı açıp denizin yüzeyine doğru yükselmeye başlayacaktı. Bütün bunları yaptı, arabası denizin dibini boylarken kendisi aksi istikamette yükseliyordu, kafasını suyun üzerine çıkarıp, İstanbul'un gece elbisesini ve Boğaz'ın insanı aşka getiren o güzelliğini görünce her şeyi unutup tekrardan İstanbul'a aşık oluverdi.
Sen ne güzel şehirsin kız.

------------------------
Hani sen de bilirsin: bizim o eski püskü, basık üniversite binasına giderken her zaman önünden geçtiğimiz ahşap bir bina vardı. Onu, elinde baston ama yılmadan belini dik tutarak yürümeye çalışan yaşlı amcalara benzetirdim. Bir gün o da göçecekti tahtalı köye...
Hafif yola doğru eğrilmiş duvarları, çatısından taşan kalaslar; her an yere düşecekmiş hissi uyandıran... Sonra bir de o küçük balkonu, alttan iki kalasın desteklediği. Orada çay demler, nargileyle içip sohbet ederdi belki de insanlar. Gelip geçenleri izlemenin verdiği keyif de cabası. İşte geçen akşam arkadaşlarla üniversite civarında bir yerlerde buluşalım demiştik, yine oradan geçecektik, her geçişimde belki de bu Onu son görüşüm olacak derdim içten içe... Göğü saran dumanları görünce adımları sıklaştırdık, sonra türk olmanın verdiği bir içgüdüyle olay mahalline hızla ulaşıp bütün mevzuyu izlemeyi kafaya koymuş gibi koşmaya başladık. Yanıyordu, o senin de bildiğin ahşap bina yanıyordu. Etrafta insan bağrışmaları, ben biraz mesafeli uzaklıkta, ilginç bir gönül huzuruyla seyre dalmıştım yanışını. Yandıkça güzelleşiyor gibiydi, inanmazsın, bütün o ahşap duvarları yanmaya başladığında öyle bir güzelliğe büründü ki, yeni gelin, allı gelin gibiydi. Utançtan yüzü kıpkırmızıydı sanki, örtüsü düşmüş de güzelliği insanlar tarafından keşfedilmiş diye, kırmızı bir utanç. O mutlu, ben mutlu, insanlar telaşlı... Tebessüm ederken insanlardan sakındım bir an, böyle bir durumda üzgün durmak lazımdı, ama ben mutluydum: çünkü Onu son kez görebilmiştim, hemde en güzel haliyle.

-----------------------------
Güneşin batışını da arkasına alan vapur (fr kökenli su buharı anlamına gelen bu kelime Türkçe'mize çok şık bir şekilde geçmiş ve uzun zamandır bizimle yaşıyormuş gibi İstanbullular tarafından sahiplenilmiştir.) lastiği patlamış bir araba gibi, suya gömülmüş bir halde sola çekerek yaklaşıyordu Üsküdar İskelesine... Akşamın gelişini haber veren, dağların ardından sızan kızıl güneş ışınları manzarayı dünyanın en güzel portresi haline getirmişti. Vapurun hemen sol yanında dünyanın en güzel kızı: kız kulesi, altında dalgalı, kabaran ve yakın civarını vapurun motorunun da etkisiyle köpüklere boğan Marmara Denizi... Ve vazgeçilmez martı sesleri. Akşamın ayazına rağmen içimi ısıtan bir manzaraydı bu. Görevli kapıyı açtığında vapur on dakika daha bekleyecek olmasına rağmen koşan insanların arasında usul usul yürüyen bir ben, neden koşuyorlar ki düşünmedim bu defa. İstanbulun en güzel imgesi olan vapura koşuyorlar işte, benden daha çok seviyorlar onu, benden daha çok özlemişler. Vapura binip merdivenlerden yukarı, vapurun en üst salonuna doğru çıkmaya başladım. Açık alanda oturmak istedim bir an, bütün soğuğu ve usul usul yağmaya başlamış olan karı yüreğime yakın tutmak için: "belki" dedim, "belki bu son vapura binişimdir, neden en güzel haliyle yaşamayayım ki" Ellerimi sıcak nefesime yaklaştırıp zamanın güzelliği ile kendimi ısıtmaya çalışırken, gözlerimle de gülmeye çalışıyordum.
İşte benim her vapur seyahatim böyle geçiyor sevgili dostlar.



Şevket Bıdı