24 Ocak 2012 Salı

Maria Missakian



Attilla İlhan'ın maria missakian ı hakkıyla tanıyabilmek için şu alıntının okunması, sonrasındaysa şiirin dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum. 

" - türk müsünüz siz? 

adamakıllı kaptırmış birşeyler yazıyordum, birdenbire bu soru! paris'te birisini türk'e benzetmek kimin aklına gelir, olsa olsa o taraflı bir başka gurbetçinin: oysa, yanıbaşımdaki masadan apaydınlık gülümseyen genç kız soruyu paris varoşlarının o yuvarlak aksanıyla sormuştu. çık işin içinden çıkabilirsen. duru güzel bir kızdı bu, hafif çekik lacivert gözleri hülyalı, karanlık saçlarında mıknatıslı mavi çakıntılar, neredeyse saydam beyaz bir ten. adını söyler söylemez, türk olduğumu bir kerede nasıl kestirebildiği sır olmaktan çıktı: 

-maria misakyan. 

sabahın gamlı saatleri, sinsi bir soğuk boy camlarının ardında gittikçe yoğunlaşıyor. quartier'deki eski dupont, gerilerde bir masa vietnam'lı, bir masa zazou floresant tüpleri kahvenin içini bir akvaryum gibi donuk beyaz aydınlatmış. yanılmışlık sıkıntısı, beyhudelik duygusu, kral yalnızlık. peki, ne ister benden bu "çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk?" hiçbir şey! eğer rahatsız etmezse türkiye'den açalım istiyormuş: anasıgil bursa'lı imişler, "tehcir" yıllarında gelmişler, o gennevilliers'de doğmuş, iki göz bir evde oturuyorlarmış, durumları kötü. 

içimde biraz biraz polis midir nedir korkuları, yine de havamız yerinde, yemeği bir başka ermeninin, toprağı bol olsun, sofi'nin lokantasında yiyoruz; sofi patavatsız içtenliği ve anadolu ermenisi türkçesiyle gelip, acele, "aramızı yapmağa" kalkışmaz mı: kaşla göz arasında maria'ya ermenice olarak: 

-sen bu çocukla evlen, diyor, korkacak ne var, artık ermenilerle türkler barıştı. 

bunu maria'nın ansızın kızarmasından seziyor, birkaç ay sonra da o hanım gülümsemesiyle hala utanarak anlatınca, kesinlikle öğreniyorum. depart kahvesindeyiz. artık maria st.-michel bulvarı'ndaki bir tüfekçi mağazasında çalışıyor, öğle paydoslarında beraberiz: sütlü kahve, jambonlu sandviç, olmayacak hayaller. bir akşamüstü rex sinemasında maria montez'in bir filmini seyrediyoruz, profilden ünlü yıldız maria'ya benzetiyorum, ona baktığımı hissediyor hemen: 

- kaptan, diyor, bana bakıyorsun. 
- evet, diyorum, sana bakıyorum maria. 
- niye bana bakıyorsun? diyor 
- seni, diyorum, şu perdedekine benzettim de. 

büyük bir içtenlik, deyimlemesi zor bir minnet duygusu ile elini yumuşacık uzatıp elimi tutuyor. ürperiyorum. 
döndükten birkaç ay sonra, o zaman bahçeler sokağı'ndaki evdeyiz. londra'dan bir kart: çalışmaya oraya gitmiş, yalnız ve mutsuzum diyor. ben de yalnız ve mutsuzum. çolpan (ilhan), henüz akademi'de öğrenci, "onu çağırsana ağbiy" diyor, çağırıyorum; geliyor, gelecek, geldi diye bir süre avunuyoruz; mektupların görünmez mekiği aramızda anlaşılmaz bir yakınlaşmadır dokuyor; içim bir cam top gibi, gözlerimi kıstım mı, derinliklerimde bir yerimde strasbourg-st-denis'deki kahvenin iç salonu, pazar fransızları, filtreli kahve, yanımda maria; o akşam, yüksekkaldırım'dan inerken, şiir geliyor adeta zorla yazdırıyor kendini: 

"yüksekkaldırım'da bir akşam 
maria misakyan'ı düşündüm 
eğer kendimi bıraksam 
yağmur olabilirdim yağardım...vs." 

maria gelemedi. istemediğinden veya istemediğimden değil. akla gelmez sebeplerden: paris'teki taşnaksutyun ermeni komitasının elebaşılarından, komitanın organı hayistan gazetesinin sorumlularından savarış misakyan diye biri vardı, uzaktan bilmem nesi olurmuş, gayet karanlık bir adam, türk düşmanı, işi hem onun yönünden karıştırdı, hem benim yönümden; istemeye istemeye koptuk! yıllarca sonra mırç memlekete döneceği sırada gitmiş onu aramış bulmuş, karşılaşır karşılaşmaz: 

"-maria'nın selamı var, dedi. hayırsız bir müzisyenle evli, iki de çocuğu olmuş. biraz fazlaca içiyor. seni konuşurken gizlice ağladı." 

işte böyle kardeşim hilmi, yazının buraya kadarı senin için: hiç değilse ben maria misakyan'ı yaşadım. arasıra resmine bakmak gelir içimden, albümden arar bulurum: resimlerin bir iyiliği de insanları hep öyle genç saklamaları mı?" 

attila ilhan'ın ünlü şiiri maria misakyan'ı merak eden okuyucusuna yazdığı cevap. 
şiire gelirsek; 

yüksekkaldırım'da bir akşam 
maria missakian'ı düşündüm 
eğer kendimi bıraksam 
yağmur olabilirdim yağardım 
kasım'da bir çınar olurdum 
yaprak yaprak dökülürdüm 
kalbimi sıkı tutmasam 

döküp saçıp boşaltsam 
içimde yükselen şiiri 
kaldırımlara döküp harcasam 
gözleri balıkçıl gözleri 
dudaklarında tutup rüzgarı 
maria missakian adında biri 
gelse göğsüne kapansam 

gece gölgesine sokulsam 
gökyüzünde bulutlar büyüseler 
yağmuru dinlesem anlatsam 
şimşekler kırılıp dökülseler 
bizi sokaklarda bıraksalar 
leylekler üşüyüp gitseler 
dönüp arkalarına bakmadan 

yine akşam oldu attilâ ilhan 
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı 
belki paris'te maria missakian 
avuçlarında bir çarmıh acısı 
gizlice bir sefalet gecesi 
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris'i 
sana kaçmayı tasarlar her akşam 

ve buraya kadar geldiyseniz şimdi şu bağlantıya tıklayıp günlerce bu şiiri dinleyebilirsiniz. 




18 Ocak 2012 Çarşamba

büyüklerden dinliyoruz /99/

    Nurgül şimdi kırk beş yaşında, o zamanlar Nurgül bile yoktu. Çağlayan'da oturuyoruz, Bokludere dedikleri yerin biraz yukarısında, o arsız yokuşun ortalarında.
 
   Köyden İstanbul'a ineli bir kaç yıl olmuş. Deden geceleri Akşam Gazetesinde çalışıyor, evde yalnızım sadece baban var o da beş yaşlarında.

   Toprak kavgaları olurdu eskiden, hala devam eden kavgalardan birisi de bizim köyün yayla meselesiydi. Zunlular vardı bizim bu yaylaya talip, insanlarını hiç sevmediğim bir ahali. Yapmadıkları çirkinlik, etmedikleri kötülük kalmadı yaylayı elimizden almak için. Ama pes etmedik yayla hukuken de bizim olmuştu. Bu Zunlular yine de ellerinden gelen kötülüğü artlarına koymamakta kararlıydılar. Her yaz yayladaki göç köye indikten sonra, Zunlu erkekler toplanır yaylaya iner ve Çakmak köyünün yaylaya yaptığı evleri yıkar, taş üstünde taş komazlardı hatta bir defasında camiiyi bile yıkmışlardı.

   Kan akıtmaktan bile çekinmiyorlardı, bizim köyün erkekleri de silahlıydı hep, çatışmalar çıkıyordu toprak uğruna. İşte o belirsiz günlerde İstanbul'a göçtük, Çağlayan'a. Gecekondu ayarlamıştı deden, bizden altı ay önce gelip Balat civarında önce hamallık yaparak, ardından bir kahvede çıraklık ederek, sonrasında da kahve sahibi olarak rızkımızı temin etti. Ekmekli adamdı deden, Allah rahmet eylesin. Bizi İstanbul'da da rahat bırakmadılar. Çağlayan'daki Zunlular geceleri evlere baskın yapalım namus davası gütsünler laf söz çıksın diye ortalığa bir dedikodu yaymışlar. Deden geceleri çalışıyor demiştim, bizim evi basmaya niyetlendikleri belliydi. Deden hemen bir Beretta ayarladı yanına da üç şarjör mermi, al bunları hatun yanı başından hiç ayırma, gece bir ses duyarsan cazırdat gitsin mermileri. Sonra zamanla tabancayı kullanmayı da öğretti bana.

  Ahmet abi, Naime dikkatli ol sizin evin etrafında adamlar dolanıyor, kimdir nedir bilmem ama pek sık görüyorum diye uyardı beni. Geceleri uyuyamıyordum zaten, babanla ilgilenir, evi düzenler, yemeği pişirir, dedene de sefer taslarını hazır ettikten sonra yapacak bir işim kalmazdı. Ama akşam olunca tedirginlikten uyuyamazdım.

  Yine bir gece dedeni işe yol ettim. Babanı da uyuttuktan sonra dinlenmek için odaya geçtim. O sırada dışarıdan ayak sesleri gelmeye başladı, gecekondunun kırık bir camı vardı, yarısını bezlerle kapatmıştık, onun takır tukur diye çıkan seslerini duydum. İçeri gireceklerdi, anlamıştım. Hemen yatağın kenarındaki çekmeceyi açtım, içinden silahı çıkarıp ilk şarjörü silaha sürdüm. Camın kenarına gidip beklemeye başladım. Korkudan ellerim titriyordu, camı açıp ateş etmek istedim. Ama camı açarsam tabancayı elimden alırlar diye korktum, yine de camın kenarını hafif aralayıp tabancanın uç kısmını dışarıya doğrulttum. Sonra kıyamet başladı, cayır cayır mermileri sıkmaya başladım. İlk şarjör bitince ikinciye geçtim, tabancanın ucunu daire çizerek çeviriyor bir yandan da mermileri boşaltıyordum dışarıya doğru. Üçüncü şarjöre geçtiğimde Süleyman amcan ve Osman eniştenlerin evlerinin ışıkları yandı, koşun evi bastılar abi diye bağırdım. Ortalıkta kimse kalmamıştı son bir adamın duvardan atladığını gördüm, koşarken, canına yandığımın karısı beni vuracağdı az kala diye bir küfür savurduğunu da duydum. O oldu daha kimse gelmedi, kime rahatsız etmedi bizi. Ama aksilik bu ya bizde tabanca olduğu duyulmuş, şikayet etmişler...

  Jandarma cipleri kapının önüne doldu hemen ertesi gün, sandıkları tencerelerin içlerini, bohçaları... Her yeri didik didik aradılar, her taşın altına baktılar. Deden duvardaki tuğlalardan birini kesmiş, tabancayı onun içine saklamış üzerine de tekrar sıva yapmıştı. Bulamadılar o yüzden. Eskiden derlerdi böyle aletler var duvarın içindeki metalleri bile buluyor diye, ama yoktu o aletlerden sadece jandarmalar aramışlardı, bulamadılar hiç bir şey geri döndüler... Babanın lise çağlarında da baskın yemiştik jandarmadan, baban bütün kitaplarını yakmıştı jandarmalar gelecek diye, çünkü okumak yasaktı o zamanlarda, hapse girmemek için hiç bir kitabı okumayacaktın.
 
Şevket Bıdı 18.01.2012