13 Kasım 2012 Salı

can sıkılmacaları part 1

renkler çok uyumlu,
nefes alışverişlerimiz rengarenk ve can bunalmaları simsiyah,
kelimeleri hatırlamaya üşenip üretkenliğe sığınarak çok daha kolay ve akılda kalmayacak olan, insanlığın kaleme aldığı hiç bir lügatta yeri olmayan kelimecikler. belki bazı anlamlara geleceklerdir, ama gerek yok, kalsınlar.

türetmek türetmek, sonu olmayan bir şey bu. bana bıraktınız bu işi ben de her halükarda, devamlı surette türetir ve türetirim.
ali türedi.
bir hocamın adıydı.
hangi okuldu bilmiyorum unuttum.
çok okul da değiştirmedim oysa ki.
890 ilkokul numaram 376 lise numaram bir de üni öğrenci no, o kadar işte.
buna rağmen kimdi bu ali türedi, nereden geldi nereye gidiyor, neler oluyordu da bitti de biz böyle apaçık meydanda kaldık.
endişeleri paketlemeden yazılmıyor hiç bir şey.
sen yazacaksın, insanlar gülecek, sen yazacaksın, insanlar alay edecek, nasihat edip, şunu şöyle bunu yap diyecek.
insan işte her zaman bir şeye müdahale eder, edecek.

ya seni seviyordur daha güzel ol ister, ya da her hamlesiyle senden üstün olduğunu, hatanı bulduğunu hissettirmeye çalışır ya da saçmadır; anlamaz bir şey, öylesine karalamıştır.

öyle anlar olur ki, çok beklettiğin için düşünceler birbirine girer, onları bir düzene koyabilmek adına, peşi sıra dizersin kelimeleri ortaya çıkan cümleleri cımbızla çeker ve onlardan tümevarım yapmaya çalışır, çoğu zaman da beceremezsin zaten. beceriksiz seni.

canı sıkılırsa insanın don kişotu yeniden yazabilir, okumak bile fevkalade zor iken, canı sıkılan bir insan gerçekten onu tekrardan yazabilir.
don kişota saygı duymuyorum, meriç ustam kusura bakma, benim gözümde senin gözündeki kadar şerefli değil.

bugün iki ayet ezberledim mi?
ezberledim mi bugün iki ayet?
iki ayet ezberlemedim bugün!
o zaman ezberlemek lazım iki ayet.
kitap ve sağlıcakla kalın.

Şevket.

ya bir de haftasonu şark dişçisini izledim, konusu yavan ve sıkıcıydı, ama oyun rengarek oyuncular da pek hoştu.
ziyadesiyle karışık oldu, şimdi sevdim bu can sıkılmacaları oyununu.

6 Kasım 2012 Salı

bir tiyatro

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberlerinin içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti...
Parmaklarının ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir karanlık...

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek:
filanca gün,filanca yerde söylediğim söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine:
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...


Bir cumartesi akşamı, yanımda sevgili bir insan ile taksim küçüksahnedeyiz. biletlerimizle birlikte o eski tiyatro salonundaki yerimizi aldık.
Taksim küçüksahne: modern tiyatro salonlarıyla pek bir alakası olmayan, ısıtma sistemine ait kaloriferlerlerin dahi 20 yıl öncesinin modernitesiyle göz doldurduğu, adı üstünde küçük, koltukları ufak, hayli eski ve ziyadesiyle güzel bir salon.
Nazım Hikmet Ran. Bir saatlik bir oyun "Ne güzel şey hatırlamak seni" 
yanımda güzel bir insan, şiir okunurken yer yer ağlıyor, hassas, naif. 
oyuncular göz dolduruyor, İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti...

Şevket 

2 Kasım 2012 Cuma

Uzun Hikaye izlenmeli?






















Yakın zamanda Antalya Deepo'da güzel bir film izledim. Uzun Hikaye: Mustafa Kutlu kitabı, Osman Sınav filmi. 


Hem filme hemde kitaba dair bir kaç satır karalamak istedim gönlümce.
Kitabı ilk gördüğümde ismiyle bağdaştırdığım nokta şu olmuştu: Mustafa Kutlu çok uzun bir hikaye yazmaya niyetlenmiş; ama kafasının içindekileri çok fazla taşıyamamış, en yoğun en kabarık haliyle fikirlerini devşirmiş yaprakların üzerine ve her bir sayfa onun hikayesinin yoğunluğu altında mürekkeplere bulanmış ve sonuç uzun bir hikaye niyetiyle, kısa ama güzel bir hikaye.

Mustafa Kutlu ismini ekseriya duymuşumdur, ancak kendisini pek tanımam, herhangi bir kitabını da elime almış okumuş değilim. Tabi bu sadece nasip meselesi, bilerek isteyerek uzak durmuş değilim. 

Hasılı filme gitmeye niyetlenmemizle, ayaklanıp üstümüze başımıza çeki düzen vererek kendimizi arabaya atmamız bir oldu. Kenan İmirzalıoğlu'nun oyunculuğunu ne hikmetse severim, bu nedenle filmden keyif alacağıma en başında zaten inanmıştım. Ailecek filmimizi izledikten sonra usulca sinemayı terk ettik.

Eve döndüğümüzde işin rengi biraz değişti. Dönüşte Mustafa Kutlu'nun sağ yönlü bir yazar olduğunu öğrenmiş, ama yazdığı ve filmde anlatılan şeylerin islamiyetle hiç bir alakası olmadığını görmüş bunun üzerine nasıl düşünebilirim ne düşünebilirim mefkuresi etrafında dolanmaya başlamıştım.

Edebi açıdan; akıcı, doyurucu ve güzel bir öykü. Bir edebiyatçıya yakışır nitelikte sade ve kalıcı bir kitap olmuş. ( Bu esnada kitabı elime alıp biraz inceleme fırsatı da buldum tabi) 

Diğer açıdan; bir sevgili yazar, müslümansa bir de, neden yazdıklarında batıya sığınma ihtiyacı hisseder ki, onu  tenkid etmek yerine birebir taklit ederek bir kalıcılık elde edebileceğini neden düşünür ki.
-imreniyoruz başkalarının aşklarına-

Kesinlikle Mustafa Kutlu'nun bu niyetlerle yazdığını veya böyle hareket ettiğini söylemiyorum.
Benimkisi olayın bu yönde geliştiğine dair ufak bir şüphe, kuruntudur. Kim marcel Proust gibi yazmak istemez ki, ya da Emile Zola, Balzac, Stendhal...

Yazasın bir Sosyalist Ali, unutulmayasın. Kitabı bilmeyen ama filmi izleyen bir "ben" hiç bir noktada islamiyeti hissedemedim ve büyük bir sosyalizm hayranlığı ile bütün hak hukuk mevzularını sosyalistler kovalarmış, tek doğrucu insanlar onlarmış gibi gibi. Neden böyle bir şey yazılsın. Ha diyeceksiniz ki o devirde böyleydi, hayır böyle değildi. Değildir, islamiyet her zaman her dönemde her solukta kendini hissettirmişti, dini hassasiyetleri olan bir yazar her zaman bunu hissettirmeli, bir şekilde.

Kendime fazla çelişkiye düşmemek için elimdeki bir kaç eleştiriyle yazımı bitireyim diyorum, neticede ben de doğu menşeili batı eğitimli bir insanım. İçimizde bir hayranlık olduğu doğrudur, aşılması gereken bir hayranlık (aşılması derken, aşalım onları, daha ilerilere gidelim, götürelim. amin)

Şevket




1 Kasım 2012 Perşembe

konumuz: kendimiz.

Hiç kimse içinde bir şey saklayamıyor, bir dışa vurum, bir kendini gösteriş herkese lazım.
Bazan tutmaya çalışıyorum kendi içimde, sonra bir bakmışım kabuslar, karabasanlar.
Sanırım bunları içimizden atmamızı bize bedenimiz tembihliyor, kimsenin içinde tutamadığına bakılırsa.

Gün gelir karşındaki insan hiç hoşlanmadığın bir şey yapar, ama onun o kalitede olmadığı bilir ve göz yumarsın; çünkü normalde gayet aklı selim ve zeki bir insandır.
İşte olması gereken, uygulanması gereken adab.

Buna riayet edenimiz pek az, ya da riayet edildiği zaman bu inceliği sezebilecek insan sayısı da azaldı artık.
Diliyorum ki insanlar farkındalıklarını artırsınlar, bizler de mutlu, huzurlu, keyifli bir dünyada yaşam sürelim.

Şevket.

25 Ekim 2012 Perşembe

kurban olak


Kurban Bayramı,
Bayramdan bayrama yazar olmuşuz, kimse çıkıp da arkadaşım sen nerelerdesin, kalemini mi kaybettin dur sana yeni bir kalem alalım demiyor. “Pek kimsem yok” gibi bir sonuca ulaşabilir miyim bu örnek üzerinden emin değilim, çalışmam lazım, kafa yormam ve bu gece sabahlamam lazım.
Öncelikle gelecek olan bayramınızı en kurbani duygularımla tebrik eder, küçüklerimin ellerinden büyüklerimin gözlerinden öperim.
Her kurban bayramında olduğu gibi, derilerin peşine düşecek, koşturacak, kan banyosu yapacak çoğumuz.  Geri kalanlarımız evde face’ten, twitter’dan bayram mesajları atacak, kaçan boğa haberleri üzerine yorum yapacak ve akşama kadar kös kös oturacak, kötü.
Çok daha güzeldi önceleri, sanal musafahalar olmazdı, gider el öperdik harçlık alırdık, hakkımızdı söke söke alırdık. Koca adam olduk denesek mi ne yapsak üç beş ne koparsak kârdır, ha-ha.
Her zaman yaptığım şeylerden birisi, bir şeyleri yazmayı yarıda bırakmak ve hayatıma devam etmek, sonra geriye dönüp baktığımda pek de farkında olmamak…
Hayırlı mutlu ve huzurlu bayramlar. İstanbul’un en güzel köşesinden sevgiler.

24 Temmuz 2012 Salı

Ramazan halleri.

Uzun bir aradan sonra tekrar yayındayız.

Mübarek Ramazan ayı hasebiyle bir çoğumuzun dudakları çatlak gözleri ıslak ve gönülleri narin. Narin gönüllülerin kaleminden öperim, bana da iki satır selam karalarsanız çok sevinirim.

Dediler ki yazar olacak adam susmaz, devamlı yazar, hep yazar ve hep yazmalı. Hayatın yorgunluğudur, geçiş dönemidir palavralarının ardına sığınarak bir süre daha sessiz kalmaya devam edebilmiş olsam da, bundan sonrası için eski performansımla devam edeyim diyorum. Hani öyle ahım şahım, pek aliyyül ala şeyler koyamasam da ortaya, ki şu an zaten aç ve susuz bir bünyeyim (hatta dün avusturyadan bir müşterimle telefonda lak lak ederken tuttum ramazanı enine boyuna anlattım, onlarda da varmış böyle bir şey, yanlış olmasın onun bilip de gittiği bir yerde varmış, neresi olduğunu hatırlamıyorum şu an, biliyorsunuz ki isim ve yer hafızam balık kılıklıdır hemen unuturum, tam kırk gün et yemezlermiş. Sonra Singapurlu bir müşterimle daha hasihal ettik, o da benimle birlikte oruç tutacakmış, fit olursun bir ay sonra filan diyor, tabi inş.)

Diyordum ki, yazabilmek gibi bir nimet varken biz insanoğlu neden gözünü sadece yenilebilir nimetlere diker ki, aç bir kitap oku arkadaşım. eheh tabi şu sıralar kitap da bitiremiyorum. Esasında çok okudum ama 2012 geldi geleli hiç bir şeyi baştan sona okuyup bitirebilmiş değilim.

Şöyle ifade edeyim, içimde acayip bir his var, ne nasıldır, nedir, bilmiyorum. Bir çok şeyden emin değilim. Hayatın kendisine garezim var. Ben de her insan gibi biraz mutsuz biraz şüpheli biraz da tembelim. İnsanlardan farklıyım diyemem çünkü bu bile başlı başına insanlığıma bir delil olur.

Hasılı kelam dostlarım, Ramazan böyle bir şeydir. Ne dediğini ne yazdığını ne anlattığını bilmezsin. Garip bir geri çekiliş meydana gelir zihinlerde, konuşuyorum sanırsın, ama sesin çıkmıyordur, düşünüyorum sanırsın ama konuşuyorsundur. Ve sana her şey normal geliyorken olur tüm bunlar. Ama hayat normaldi, yeterince normal hemde.

"""""ben bu kısımda bir şeyler yazmıştım, ama o şeyleri silmeye karar verdiğimden sildiğimi beyan eden bu cümleyi bırakıp kaçayım"""""Sözümü doktor house tan bir inci'yle bitirmek istiyorum:  "Everybody lies"

25 Nisan 2012 Çarşamba

bit pazarına gidelim.

Evet biliyorum, çok alakasız ve bu yazılanları okuyanları hiç ilgilendirmeyen konular üzerine yazacağım.

Yukarıdaki cümleyi okuduktan sonra hala okumaya devam ediyorsanız, yazacaklarım hakkında  itiraz etme hakkına sahip değilsiniz.

Dostum, umarım sen de okuyorsundur, eve hırsız girdikten sonra düzenim hayli bozuldu, pc'ler çalındı bütün yazılarım, notlarım, denemelerim ve yıllardır biriktirdiğim hatıralarım göçtü gitti. Şimdi iş yerindeyim, akşamları çıkıp eve gidiyorum, sonra hazırlanıp dışarı çıkıyorum: sosyalleşmeye çalışmak gibi yaparken yorulan bedenler.

İşte bütün bunlar yaşanırken (ki aslında hiç bir halt anlatmış değilim henüz, okuyucu: ne yaşandı ulan! dese haklıdır da hakkıdır da) ben evin düzenini kaybettim, kim neredeydi hangi mektubu nereye bırakmıştım ve ben mektup yazarken hangi kalemi kullanırdım, bütün bunları unuttum dostum. Biraz zamana ihtiyacım var dedim, atlatırım alışırım et cetera... ertesi gün işe alındım, bir anda, pat diye, çok acımasızcaydı, bütün planlarımı ötelemek durumunda kalmıştım. Sonra bir mail kısa ve sade: "eve hirsiz girdi her seyimi caldilar dostum." cepten girilip gönderildiği barizdi, bir süre bu mazerete tutundum, dedim oldu olacak bir satır daha ekleyeydim.

İşte, günlerdir hatta yalan olmasın, haftalardır mektup yazmak istiyorum, istemenin de ötesinde bunu artık başarmak istiyorum ha-ha... -arabilirim de hissediyorum, daha önce -arabildim çünkü.

Başkalarının yazılarını okumak keyiflidir. Yazan adam ya da kadın, yetenekliyse ve burnu dik değilse onun yazılarını okumak gerçekten keyiflidir. Ancak iki satır yazıp dört satır ilgi gördükten sonra artık avamı muhatap almayan egosu altında ezilen insanların yazıları muhteşem ötesi de olsa nazar edip üç satırını dahi okumam.

Böyle aklımdan onlarca fikir geçiyor, yüzlerce kelime geçiyor, bilhassa fransızca yazmak konuşmak istiyorum, muhatap bulamıyorum ne acı. Acayip bir zihin kaşıntısı var, kendi başıma kaşıyorum ancak yetmiyor, doyurmuyor. Ah ulan kıymetini bilecektik kitapların, daha yavaş okuyacaktık o güzelleri. Şimdi kitap gibi kitap yok ortalıkta. Yazık işte, yine yazık.


Ş.BIDI 25,04,2012

felsefenin tesellisi - alain de botton




Keyifli olsun, sıkmasın, muhtevası ciddi şeyler anlatsın, sanki doktora yapıyormuş gibi ağır konuları işlesin, öğretsin, vursun, kırsın, çarpsın... Çoğu insanın hayalindeki kitap profili böyledir. bu profili arayanlar için en uygun kitap da budur. 


Gel gelelim kitabımıza: 


Öncelikle bir Alain de Botton yapıtı! (((eko)))


6 büyük filozofun hayat felsefesini ele almış, bu arada hayat felsefesi ne kadar garip bir tamlama; benim felsefem şu, benim felsefem bu; bu benim ideolojimdir, şu da senin. Belki de böyle olmayacaktı, topluma ayak uyduralım derken bileğimizi bükmüş olabiliriz. 


Hasılı filozoflarımız: sokratesepikurossenecamontaigneschopenhauernietzsche.


Kitaptaki her üstadla Nietzsche hariç, yüz yüze oturup sohbet etmek isterim. Niçe de bıyıklarından kaybediyor, ciddi konuşamam onun karşısında. 


Dağınık bir inceleme oldu,(belki de olmadı bile, bugün havamda değilim) bir kaç not ekleyip bitireyim:  Niçe her gün dağın zirvesine çıkardı ki bu sayede "uberman" konseptini oluşturabildi. Montaigne, Salih Mirzabeyoğlu'nun  el üstünde tuttuğu avrupalı filozoflardandır. Schopenhauer ise mutlaka tanınması gereken dostlardan, çünküleyim kendisi ziyadesiyle dengesizdir ve onun bu halini incelemek usun dizaynına ve gelişimine çok fazla şey katar.





24 Nisan 2012 Salı

sineklerin tanrısı - william golding



    Çocuk yaşta, çocuk romanları okunur azizim. Ne bileyim Jules Verne oku olmadı Jack London oku, duyuyorum, duyuyorum bağırmayın boşuna, evet bu kitaplar sadece çocuklar için değil ancak bu kitaplar en fazla keyif çocukken alınır. Şahsımdan biliyorum ha-ha...
    İşte öyle çocuk sayılabilecek bir yaştaydım, bittabi 15 ne kadar çocukça kabul edilir bilemem, hasılı kelam böyle kapağını ve siyah küçük çocuk siluetlerini görünce: aha! yeni bir okul serüveni! ben bunu okumalıyım aga diye kendi iç sesimle muhasebe yaparken kitabı elime almış, sonra da kütüphaneye kaydını yaptırıp yurdun yolunu tutmuştum.
    Daha sonra üniversite yıllarımda arkadaşlarıma şiddetle tavsiye ettiğim bir kitap olmuştu, çocuk kitabı yanılgısına düşmüştüm düşmesine de kitabın muhtevasını ve ağırlığını fark edemeyecek kadar da çocuk değildim, elimde enteresan bir kitap tuttuğumu fark ettiğim zaman yarısından çoğunu bitirmiş ve zihnimde bir "pal sokağı çocukları" ; "sineklerin tanrısı" muhasebesine başlamıştım...
 



     Ufacık çocukların şeytanı vardı; baalzebub: şeytanın onlarca isminden bir tanesi, insanlığın en sevimli, aynı zamanda en tehlikeli formu: "çocuk"
     Bir adada mahsur kalan küçük çocuklar neler yapabilir ki? Sahi neler yapabilirler?

Ş.BIDI 24,04,2012

23 Nisan 2012 Pazartesi

notre dame'ın kamburu - victor hugo

Her kitapta bir aşk hikayesi olmalı, insan ihtiyaç duyuyor buna, dikkat edilmesi gereken tek şey kitaplardaki bu aşk hikayelerinin kitabın merkezine oturmaması... Cümle biraz düşük oldu geri dönüp düzeltmek yerine şöyle açıklamaya devam edeyim, efendim şimdi yazar bize bir aşk öyküsü sunuyor, amenna... bu demek değildir ki elimizdeki kitap bir aşk romanı etc... Sadece kitapları daha çekici kılmak için, insanın merak etmekten hiç bir zaman vazgeçmeyeceği aşk temasını kitaba yerleştirmekten ibaret klişe bir yazarlık taktiği. Notre Dame ın güzelliği, aşk öyküsünün harükulade oluşunda gizli. Esasında Fransa'nın karanlık dönemlerini anlatmak için kaleme alınmış bu eserde seni beni onu bunu içine çeken ve kendine bağlayan, akıllarda unutulmaz bir tat bırakan aşk öyküsü, işte bu aşk öyküsü, ah ulan aşk öyküsü. Yani bazan derler ya: "Ne desem bilemedim şimdi" diye, öyle bir haldeyim. Çünkü bu pek izah edilebilecek bir aşk değil.
Esmeralda, güzelliği herkesin dilinde olan dilberimiz. Ve kamburumuz Quasimodo... Benim için bütün roman bu ikili etrafında dönüyordu, Esmeralda'ya aşık olan diğer rahip ya da Phoebus'un edebi hiç bir değeri yok...

Bazan oturup ağlasam diye düşündüm... Bazen ise sinirlendim insanoğlunun gözlerinin siyah beyaz göremiyor oluşuna. Her şeyin renkli olmasına lüzum yok. Tercihlerinden ötürü kimseye kızma hakkımız da yok sanırım.

Ş. BIDI 23,04,2012

minyeli abdullah- hekimoğlu ismail

Ne derler bilirsiniz. Namuslu adamlar her zaman mutludur! aslında kimsenin böyle bir şey dediği yok, ancak bundan sonra böyle denilebilir, denilmeli. Minyeli Abdullah'ın tek mülkü hamallık yaparken taşıyacağı yükleri sırtında sabitleştirmek için işine yarayacak olan ipi ya da urganı. Başka hiç bir şeyi olmayan bu adamın mutlu olmasının yegane sebebi de namuslu olması. Klasik bir türk romanı sayılabilir, yine de kendi döneminde yazılmış olanların en güzellerinden birisi, belki de en güzeli. Uzun zamandır bu minvalde bir şeyler okumuyorum, çünkü böylesine okunabilecek kitap sayısı artık nadirattan. İnsanlara nasihat vermenin ötesinde bir çok kitap farklı alanlara yönelmiş durumda... Fastanstik edebiyat, pop kült edebiyat, gelip geçici edebiyat, anlık, çerez, çay yanında etc... Edebiyatı günlük tüketilen bir nesne haline getirdiğimiz için pek bir faydası dokunmuyor günümüzdeki kitapların...
Bir arkadaşın dediği gibi kitapları bile artık üst üste dizip yeni çıktı bunlar diye satan kitapçılarımız var. bütün bunların dışında bir roman, Minyeli Abdullah... Küçüklerimizi tanıştıralım inş. Vesselam Veddua.

Ş.BIDI 23,04,2012
"kendi kendine acıma. kendi kişiliğinin ve varlığının aslında ne kadar da biricik olduğuna inanma. duyduğun aşkın gücünün anlaşılmamasından yakınma. biliyor musunuz, ben bir zamanlar bir kitap okumuştum, bir kıza aşık olmuştum, derin bir şeyler yaşamıştım. beni anlamadılar, kayboldular, acaba ne yapıyorlar?" 

19 Mart 2012 Pazartesi

iş işten geçti jean-paul sartre

Bilirsiniz meşhur 90 yapımı /hayalet/ diye bir film vardı, işte o film bu kitap! yani filmi kitaptan uyarlamışlar //anlaşılmamış olma ihtimali üzerine eğilirken düşmemeye çalışmak// sartre ın üslubuna alışkın olmayanları aa diye bi düşündürebilir belki. Bir cümle var kayda değer diyor ki: //ne kadar şans verilirse verilsin insan aynı hatayı hep tekrar eder// 

kitap üzerine yapılan bir konuşma
-insan hata yaptığını farketmediği sürece,kafa aynı kafa, yol aynı yol (x)
-Yani eskilerin deyimiyle:
-Nato mermer nato kafa(y)
-Farkında oldukları zaman dahi Cenab ı hak tarafından ruhumuza iliştirilmiş bazı mefhumlar nedeniyle tekrarlarız kimi hataları.
Nalan ve Ferit //peyami safa nın Fer-it''i değil, hani şu ismiyle müsemma olan peşinde bir it dolandığını tahayyül eden Ferit// hayal edin: bu ikisi 140. maddenin vermiş olduğu avantajla birbirleri için yaratılmış ruhlar olduklarını öldükten sonra anlıyorlar. -peki o zaman hadi dünyaya geri dönün 24 saat içinde uyum sağlayın denildiği vakit tekrar ölümlerine sebebiyet veren mevzuların peşinde koşturuyorlar.. Aşk var evet insan bir diğeri için ruhunu bile verir canını bile verir evet ama hepsi palavra be Ahmet sen git onu edebiyat kitaplarında insanları etkilemek için yaz. Yok öyle bir şey. /ben/

ölümün dört rengi

Ölümün Dört Rengi-Dücane Cündioğlu...
Eskisi kadar etkileyici değil Dücane, sanırım yaş ilerlediği için oluşuyor bu tür mefkureler. 

Ve Dücane'nin daimi bir telkin havası var, bu da sıkabiliyor bir süre sonra... Çoğu zaman "filolog" edası verir Dücane, her daim kelimelerin manasıyla ilgilenmiştir ve hep bizim bildiğimizin yanlış olduğunu bildirmiştir.

Kısa yazılardan mürekkep hoş ve ilgi çekici bir çalışma meydana getirmiş Dücane abimiz...
şu iki makaleyi de okumanızı isterim:
1) http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=13829&y=DucaneCundioglu
2) http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=13861&y=DucaneCundioglu

8 Mart 2012 Perşembe

3 pasaj

Oysa ki kar yağıyor; tv'ler, radyolar bangır bangır anons yapıyordu: yerler buz, lütfen hız yapmayın, dikkatli kullanın! diye... Arkadan çarpan tırın etkisiyle 97 model tofaş marka otomobiliyle çoktan Boğaz Köprüsü ve Marmara Deniz'i arasında bir yerlere varmıştı Şevket. Bir kaç saniye sonra suya çakılacaktı. Çarmanın şiddetiyle olsa gerek biraz bilinç kaybına uğradıysa da, düşerken otomobilin camlarını kapatmış ve içeriye su dolmasını beklemeye başlamıştı. Düşerken tahayyül etmişti her şeyi: camlar kapanacak, suyun içeri dolması beklenecek ve arabanın üst kısmında kalan oksijen ciğerlere çekildikten sonra usulca sol kapıyı açıp denizin yüzeyine doğru yükselmeye başlayacaktı. Bütün bunları yaptı, arabası denizin dibini boylarken kendisi aksi istikamette yükseliyordu, kafasını suyun üzerine çıkarıp, İstanbul'un gece elbisesini ve Boğaz'ın insanı aşka getiren o güzelliğini görünce her şeyi unutup tekrardan İstanbul'a aşık oluverdi.
Sen ne güzel şehirsin kız.

------------------------
Hani sen de bilirsin: bizim o eski püskü, basık üniversite binasına giderken her zaman önünden geçtiğimiz ahşap bir bina vardı. Onu, elinde baston ama yılmadan belini dik tutarak yürümeye çalışan yaşlı amcalara benzetirdim. Bir gün o da göçecekti tahtalı köye...
Hafif yola doğru eğrilmiş duvarları, çatısından taşan kalaslar; her an yere düşecekmiş hissi uyandıran... Sonra bir de o küçük balkonu, alttan iki kalasın desteklediği. Orada çay demler, nargileyle içip sohbet ederdi belki de insanlar. Gelip geçenleri izlemenin verdiği keyif de cabası. İşte geçen akşam arkadaşlarla üniversite civarında bir yerlerde buluşalım demiştik, yine oradan geçecektik, her geçişimde belki de bu Onu son görüşüm olacak derdim içten içe... Göğü saran dumanları görünce adımları sıklaştırdık, sonra türk olmanın verdiği bir içgüdüyle olay mahalline hızla ulaşıp bütün mevzuyu izlemeyi kafaya koymuş gibi koşmaya başladık. Yanıyordu, o senin de bildiğin ahşap bina yanıyordu. Etrafta insan bağrışmaları, ben biraz mesafeli uzaklıkta, ilginç bir gönül huzuruyla seyre dalmıştım yanışını. Yandıkça güzelleşiyor gibiydi, inanmazsın, bütün o ahşap duvarları yanmaya başladığında öyle bir güzelliğe büründü ki, yeni gelin, allı gelin gibiydi. Utançtan yüzü kıpkırmızıydı sanki, örtüsü düşmüş de güzelliği insanlar tarafından keşfedilmiş diye, kırmızı bir utanç. O mutlu, ben mutlu, insanlar telaşlı... Tebessüm ederken insanlardan sakındım bir an, böyle bir durumda üzgün durmak lazımdı, ama ben mutluydum: çünkü Onu son kez görebilmiştim, hemde en güzel haliyle.

-----------------------------
Güneşin batışını da arkasına alan vapur (fr kökenli su buharı anlamına gelen bu kelime Türkçe'mize çok şık bir şekilde geçmiş ve uzun zamandır bizimle yaşıyormuş gibi İstanbullular tarafından sahiplenilmiştir.) lastiği patlamış bir araba gibi, suya gömülmüş bir halde sola çekerek yaklaşıyordu Üsküdar İskelesine... Akşamın gelişini haber veren, dağların ardından sızan kızıl güneş ışınları manzarayı dünyanın en güzel portresi haline getirmişti. Vapurun hemen sol yanında dünyanın en güzel kızı: kız kulesi, altında dalgalı, kabaran ve yakın civarını vapurun motorunun da etkisiyle köpüklere boğan Marmara Denizi... Ve vazgeçilmez martı sesleri. Akşamın ayazına rağmen içimi ısıtan bir manzaraydı bu. Görevli kapıyı açtığında vapur on dakika daha bekleyecek olmasına rağmen koşan insanların arasında usul usul yürüyen bir ben, neden koşuyorlar ki düşünmedim bu defa. İstanbulun en güzel imgesi olan vapura koşuyorlar işte, benden daha çok seviyorlar onu, benden daha çok özlemişler. Vapura binip merdivenlerden yukarı, vapurun en üst salonuna doğru çıkmaya başladım. Açık alanda oturmak istedim bir an, bütün soğuğu ve usul usul yağmaya başlamış olan karı yüreğime yakın tutmak için: "belki" dedim, "belki bu son vapura binişimdir, neden en güzel haliyle yaşamayayım ki" Ellerimi sıcak nefesime yaklaştırıp zamanın güzelliği ile kendimi ısıtmaya çalışırken, gözlerimle de gülmeye çalışıyordum.
İşte benim her vapur seyahatim böyle geçiyor sevgili dostlar.



Şevket Bıdı

24 Ocak 2012 Salı

Maria Missakian



Attilla İlhan'ın maria missakian ı hakkıyla tanıyabilmek için şu alıntının okunması, sonrasındaysa şiirin dinlenmesi gerektiğini düşünüyorum. 

" - türk müsünüz siz? 

adamakıllı kaptırmış birşeyler yazıyordum, birdenbire bu soru! paris'te birisini türk'e benzetmek kimin aklına gelir, olsa olsa o taraflı bir başka gurbetçinin: oysa, yanıbaşımdaki masadan apaydınlık gülümseyen genç kız soruyu paris varoşlarının o yuvarlak aksanıyla sormuştu. çık işin içinden çıkabilirsen. duru güzel bir kızdı bu, hafif çekik lacivert gözleri hülyalı, karanlık saçlarında mıknatıslı mavi çakıntılar, neredeyse saydam beyaz bir ten. adını söyler söylemez, türk olduğumu bir kerede nasıl kestirebildiği sır olmaktan çıktı: 

-maria misakyan. 

sabahın gamlı saatleri, sinsi bir soğuk boy camlarının ardında gittikçe yoğunlaşıyor. quartier'deki eski dupont, gerilerde bir masa vietnam'lı, bir masa zazou floresant tüpleri kahvenin içini bir akvaryum gibi donuk beyaz aydınlatmış. yanılmışlık sıkıntısı, beyhudelik duygusu, kral yalnızlık. peki, ne ister benden bu "çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk?" hiçbir şey! eğer rahatsız etmezse türkiye'den açalım istiyormuş: anasıgil bursa'lı imişler, "tehcir" yıllarında gelmişler, o gennevilliers'de doğmuş, iki göz bir evde oturuyorlarmış, durumları kötü. 

içimde biraz biraz polis midir nedir korkuları, yine de havamız yerinde, yemeği bir başka ermeninin, toprağı bol olsun, sofi'nin lokantasında yiyoruz; sofi patavatsız içtenliği ve anadolu ermenisi türkçesiyle gelip, acele, "aramızı yapmağa" kalkışmaz mı: kaşla göz arasında maria'ya ermenice olarak: 

-sen bu çocukla evlen, diyor, korkacak ne var, artık ermenilerle türkler barıştı. 

bunu maria'nın ansızın kızarmasından seziyor, birkaç ay sonra da o hanım gülümsemesiyle hala utanarak anlatınca, kesinlikle öğreniyorum. depart kahvesindeyiz. artık maria st.-michel bulvarı'ndaki bir tüfekçi mağazasında çalışıyor, öğle paydoslarında beraberiz: sütlü kahve, jambonlu sandviç, olmayacak hayaller. bir akşamüstü rex sinemasında maria montez'in bir filmini seyrediyoruz, profilden ünlü yıldız maria'ya benzetiyorum, ona baktığımı hissediyor hemen: 

- kaptan, diyor, bana bakıyorsun. 
- evet, diyorum, sana bakıyorum maria. 
- niye bana bakıyorsun? diyor 
- seni, diyorum, şu perdedekine benzettim de. 

büyük bir içtenlik, deyimlemesi zor bir minnet duygusu ile elini yumuşacık uzatıp elimi tutuyor. ürperiyorum. 
döndükten birkaç ay sonra, o zaman bahçeler sokağı'ndaki evdeyiz. londra'dan bir kart: çalışmaya oraya gitmiş, yalnız ve mutsuzum diyor. ben de yalnız ve mutsuzum. çolpan (ilhan), henüz akademi'de öğrenci, "onu çağırsana ağbiy" diyor, çağırıyorum; geliyor, gelecek, geldi diye bir süre avunuyoruz; mektupların görünmez mekiği aramızda anlaşılmaz bir yakınlaşmadır dokuyor; içim bir cam top gibi, gözlerimi kıstım mı, derinliklerimde bir yerimde strasbourg-st-denis'deki kahvenin iç salonu, pazar fransızları, filtreli kahve, yanımda maria; o akşam, yüksekkaldırım'dan inerken, şiir geliyor adeta zorla yazdırıyor kendini: 

"yüksekkaldırım'da bir akşam 
maria misakyan'ı düşündüm 
eğer kendimi bıraksam 
yağmur olabilirdim yağardım...vs." 

maria gelemedi. istemediğinden veya istemediğimden değil. akla gelmez sebeplerden: paris'teki taşnaksutyun ermeni komitasının elebaşılarından, komitanın organı hayistan gazetesinin sorumlularından savarış misakyan diye biri vardı, uzaktan bilmem nesi olurmuş, gayet karanlık bir adam, türk düşmanı, işi hem onun yönünden karıştırdı, hem benim yönümden; istemeye istemeye koptuk! yıllarca sonra mırç memlekete döneceği sırada gitmiş onu aramış bulmuş, karşılaşır karşılaşmaz: 

"-maria'nın selamı var, dedi. hayırsız bir müzisyenle evli, iki de çocuğu olmuş. biraz fazlaca içiyor. seni konuşurken gizlice ağladı." 

işte böyle kardeşim hilmi, yazının buraya kadarı senin için: hiç değilse ben maria misakyan'ı yaşadım. arasıra resmine bakmak gelir içimden, albümden arar bulurum: resimlerin bir iyiliği de insanları hep öyle genç saklamaları mı?" 

attila ilhan'ın ünlü şiiri maria misakyan'ı merak eden okuyucusuna yazdığı cevap. 
şiire gelirsek; 

yüksekkaldırım'da bir akşam 
maria missakian'ı düşündüm 
eğer kendimi bıraksam 
yağmur olabilirdim yağardım 
kasım'da bir çınar olurdum 
yaprak yaprak dökülürdüm 
kalbimi sıkı tutmasam 

döküp saçıp boşaltsam 
içimde yükselen şiiri 
kaldırımlara döküp harcasam 
gözleri balıkçıl gözleri 
dudaklarında tutup rüzgarı 
maria missakian adında biri 
gelse göğsüne kapansam 

gece gölgesine sokulsam 
gökyüzünde bulutlar büyüseler 
yağmuru dinlesem anlatsam 
şimşekler kırılıp dökülseler 
bizi sokaklarda bıraksalar 
leylekler üşüyüp gitseler 
dönüp arkalarına bakmadan 

yine akşam oldu attilâ ilhan 
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı 
belki paris'te maria missakian 
avuçlarında bir çarmıh acısı 
gizlice bir sefalet gecesi 
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris'i 
sana kaçmayı tasarlar her akşam 

ve buraya kadar geldiyseniz şimdi şu bağlantıya tıklayıp günlerce bu şiiri dinleyebilirsiniz. 




18 Ocak 2012 Çarşamba

büyüklerden dinliyoruz /99/

    Nurgül şimdi kırk beş yaşında, o zamanlar Nurgül bile yoktu. Çağlayan'da oturuyoruz, Bokludere dedikleri yerin biraz yukarısında, o arsız yokuşun ortalarında.
 
   Köyden İstanbul'a ineli bir kaç yıl olmuş. Deden geceleri Akşam Gazetesinde çalışıyor, evde yalnızım sadece baban var o da beş yaşlarında.

   Toprak kavgaları olurdu eskiden, hala devam eden kavgalardan birisi de bizim köyün yayla meselesiydi. Zunlular vardı bizim bu yaylaya talip, insanlarını hiç sevmediğim bir ahali. Yapmadıkları çirkinlik, etmedikleri kötülük kalmadı yaylayı elimizden almak için. Ama pes etmedik yayla hukuken de bizim olmuştu. Bu Zunlular yine de ellerinden gelen kötülüğü artlarına koymamakta kararlıydılar. Her yaz yayladaki göç köye indikten sonra, Zunlu erkekler toplanır yaylaya iner ve Çakmak köyünün yaylaya yaptığı evleri yıkar, taş üstünde taş komazlardı hatta bir defasında camiiyi bile yıkmışlardı.

   Kan akıtmaktan bile çekinmiyorlardı, bizim köyün erkekleri de silahlıydı hep, çatışmalar çıkıyordu toprak uğruna. İşte o belirsiz günlerde İstanbul'a göçtük, Çağlayan'a. Gecekondu ayarlamıştı deden, bizden altı ay önce gelip Balat civarında önce hamallık yaparak, ardından bir kahvede çıraklık ederek, sonrasında da kahve sahibi olarak rızkımızı temin etti. Ekmekli adamdı deden, Allah rahmet eylesin. Bizi İstanbul'da da rahat bırakmadılar. Çağlayan'daki Zunlular geceleri evlere baskın yapalım namus davası gütsünler laf söz çıksın diye ortalığa bir dedikodu yaymışlar. Deden geceleri çalışıyor demiştim, bizim evi basmaya niyetlendikleri belliydi. Deden hemen bir Beretta ayarladı yanına da üç şarjör mermi, al bunları hatun yanı başından hiç ayırma, gece bir ses duyarsan cazırdat gitsin mermileri. Sonra zamanla tabancayı kullanmayı da öğretti bana.

  Ahmet abi, Naime dikkatli ol sizin evin etrafında adamlar dolanıyor, kimdir nedir bilmem ama pek sık görüyorum diye uyardı beni. Geceleri uyuyamıyordum zaten, babanla ilgilenir, evi düzenler, yemeği pişirir, dedene de sefer taslarını hazır ettikten sonra yapacak bir işim kalmazdı. Ama akşam olunca tedirginlikten uyuyamazdım.

  Yine bir gece dedeni işe yol ettim. Babanı da uyuttuktan sonra dinlenmek için odaya geçtim. O sırada dışarıdan ayak sesleri gelmeye başladı, gecekondunun kırık bir camı vardı, yarısını bezlerle kapatmıştık, onun takır tukur diye çıkan seslerini duydum. İçeri gireceklerdi, anlamıştım. Hemen yatağın kenarındaki çekmeceyi açtım, içinden silahı çıkarıp ilk şarjörü silaha sürdüm. Camın kenarına gidip beklemeye başladım. Korkudan ellerim titriyordu, camı açıp ateş etmek istedim. Ama camı açarsam tabancayı elimden alırlar diye korktum, yine de camın kenarını hafif aralayıp tabancanın uç kısmını dışarıya doğrulttum. Sonra kıyamet başladı, cayır cayır mermileri sıkmaya başladım. İlk şarjör bitince ikinciye geçtim, tabancanın ucunu daire çizerek çeviriyor bir yandan da mermileri boşaltıyordum dışarıya doğru. Üçüncü şarjöre geçtiğimde Süleyman amcan ve Osman eniştenlerin evlerinin ışıkları yandı, koşun evi bastılar abi diye bağırdım. Ortalıkta kimse kalmamıştı son bir adamın duvardan atladığını gördüm, koşarken, canına yandığımın karısı beni vuracağdı az kala diye bir küfür savurduğunu da duydum. O oldu daha kimse gelmedi, kime rahatsız etmedi bizi. Ama aksilik bu ya bizde tabanca olduğu duyulmuş, şikayet etmişler...

  Jandarma cipleri kapının önüne doldu hemen ertesi gün, sandıkları tencerelerin içlerini, bohçaları... Her yeri didik didik aradılar, her taşın altına baktılar. Deden duvardaki tuğlalardan birini kesmiş, tabancayı onun içine saklamış üzerine de tekrar sıva yapmıştı. Bulamadılar o yüzden. Eskiden derlerdi böyle aletler var duvarın içindeki metalleri bile buluyor diye, ama yoktu o aletlerden sadece jandarmalar aramışlardı, bulamadılar hiç bir şey geri döndüler... Babanın lise çağlarında da baskın yemiştik jandarmadan, baban bütün kitaplarını yakmıştı jandarmalar gelecek diye, çünkü okumak yasaktı o zamanlarda, hapse girmemek için hiç bir kitabı okumayacaktın.
 
Şevket Bıdı 18.01.2012