28 Kasım 2011 Pazartesi

Bir fotoğrafın öyküsü


Dünya güneşten kopmuş sonra hayat bulmuş derler, eğer hep güneşin bir parçası olsaydı ne dünya olurdu ne de bizler…
Ben de insanlardan koptum, kaçtım ve kendime sığındım; belki de sen olursun ya da sen olasın diye koptum.
Yine seni Beyazıt tramvaylarına terk etmiş, ayaklarımı sürüyerek yürüyorum, nereye gittiğimi bilmeden. Kendimi bilmezliğimden olsa gerek yürümeye devam ederken birkaç kere de insanlara çarptım, hiç seslerini çıkarmadılar, başımı kaldırıp bakmamıştım yüzlerine ya da arkamı dönüp omuzlarına… Bir zaman sonra sahaflarda buldum kendimi, elimde de bir kitap çoktan sayfalarını açmış okumaya başlamışım, arada yüzüme yaklaştırıyorum kitabı, yılların kokusunu içime çekmek için. Sırf kokusu için aldığım kitaplar var benim, onların hikâyesi kokularındadır, sayfalarında değil. “Sanırım bir elli yıllık vardır bu kitap” diye düşünüyorum. Biraz eskice, biraz değil bir hayli eskice bir kabı var, yaşlanmış, sayfaları buruşmuş, kapağı küçülmüş, yazıları silinmiş birçok yerinde; ama hala okunaklı ve iş görür hala dayanıyor yıllara yani zamana. Çok düşünmeden fiyatını sordum, on lira ver yeter diye cevapladı satıcı, pazarlık bile yapmadım, cebimden çıkardığım onluğu satıcıya uzatıp hayırlı işler dileyerek uzaklaştım kitap tezgâhlarından; çünkü ne kadar çok durursam o kadar çok bağlanacaktım oraya; kitaplara.
Bir zaman sonra yeniden fark ettim elimde tuttuğum kitabı. Kollarımı sallayarak yürümeye öylesine alışmışım ki, adımlarımın gürültüsü bedenimi uyuşturduğundan kitabı da unutmuşum; kitaplar da bir uzvumdur benim. Kimse kızamaz bana elimdeki kitabı unutuyorum diye; çünkü sadece elimde unuturum ben kitapları: ne bir otobüste, ne bir masanın üzerinde, ne de kız kulesine nazır o sonbahar banklarında. Hep elimdedir kitap ya da kitaplar. Bu yüzden unutmuşum işte, hemen benimsemişim, yadırganacak bir şey değil bu. Otobüse binince okurum, mutlaka okurum belki önce sayfalarına bir göz atarım, incelerim iyiden iyiye, o bende kaybolur ben onda diye düşündüm. Yürürken de okurdum; ama burası Beyazıt, çok insan var, düz bir yol tutturup yürümek zor; her yer insan kaynıyor. Otobüste okurum diye düşündüm yeniden… Sonra karar değiştirdim, yeni kitabımla vapurda tanışmalıyım, ona bu zevki tattırmalıyım. Muhakkak böyle olmalı, çok güzel kokuyor çünkü bu kitap. Fikrim değişince Veznecilere kadar yürümüş olmama rağmen geri döndüm, aşağı tramvay yoluna doğru seyirtttim, ilk gelen tramvay boştu. Bindim.
Eminönü’ndeyim… Deniz kenarındaki betonlara bakarken: “Şuraya çöküp okusam mı biraz, hayır vapurda okumalıyım, evet vapurda okumalıyım” diye söylenirken kendimi vapurun küpeştesinde buldum. Cüzdanımdan demir paraları çıkarıp içinden bir lira aldım, sıcacık bir çay da olsun yanında, eşlik etsin kitabıma. Kitabım, canım benim, kitabım… Elimde kitabım ve çayımla dolanmaya başladım vapurun içerisinde… Eski vapurlardandı, yuvarlak camları vardı bunların, yeni gelenlerin camları fazla modern, vapurda olduğunu hissetmek için bir hayli çaba sarf etmen gerekiyor; ama bu vapur tam elimdeki kitap gibi: yıllanmış, aşınmış, buruşmuş, tahtalarını kurtlar kemirmiş kim bilir kaç kez. Kaç kez değiştirilmiş eskiler yenilerle, kaç kez alçıya alınmış kırıkları, kim bilir? O yuvarlak camlardan birinin önündeki yine o eski masalardan birisine oturdum, bütün ahengi bozan tek şey benim gençliğimdi, benden başka her şey yaşlı, herkes yaşlı, deniz bile…
Bilmiyordum hiçbir şeyi, yani gerçekten fark etmemiştim kitabın içindeki kâğıtları, sonra o fotoğrafı, eski bir fotoğraf; siyah beyaz, insanın içine işleyen bir gerçekçiliği vardı. Kitabı okumak isterken, öyle bir arzuyla dolup taşmışken bu sayfalarca yazılmış bir şeye, evet henüz ne olduğunu bilmiyorum. Elimde tuttuğum sayfaların üzerine bir şeyler karalanmışÇ belki bir hikâye, belki bir mektup, belki bir anı, belki bir günlükten parçalar… Sonra o fotoğraf…
Elimdeki kitaptan daha kıymetli olan bu eskiller, belki de kitaptan daha yaşlılar: anlamak zor. Önce küçük bir heyecan sardı gözlerimi; çünkü ufak bir hazine bulmuştum; defineciler gibi mi hissediyordum acaba? Sonrasında bir esrime geçirdim: bacaklarım şiddetle sarsılmaya başladı, arzuyla dolmuştum. Kâğıtlara yazılmış olan her ne ise bir an önce okumalıydım.
Fotoğrafı anlatarak başlamalıyım sanırım; kitabın içinden çıkan fotoğrafı… Mat renkli bir şalvar: kırışmış ve çok eski, ellilerde giyildiğini tahmin ediyorum. Sadece dizlerden aşağısı görünüyor, fotoğrafın yarısını kaplıyor bu dizler ve dizleri örtmüş olan o şalvar. Elleri de görünüyor sahibenin; kadın olduğu belli: ellerindeki kıvrımlar, kadınlara has olan parmaklardaki o incelik, toprak izleri ve birçok yaşanmışlık: toprakla haşır neşir olduğu, çok ekip biçtiği, ağaç kesip dertop ettikten ve kalınca bir sicime sardıktan sonra sırtında evine kadar taşıdığı, akşamları ikindi vakti kesip istiflediği odunları sobaya dizip bir kibrit kavıyla üzerinde yemek pişireceği ve de evi ısıtacağı sobayı yaktığı, sabah mayaladığı yoğurdun akşam yanına varıp üzerindeki örtüleri kaldırarak tenceredeki yoğurdu kaşık kaşık bakraçlara doldurduğu; varsa çoluk çocuğu onların yanağını okşadığı, kocasına dumanı tüten tarhanalar pişirdiği, kadınlarla bir araya gelip köyün fırınında kışlık somun ekmekleri hazırladığı… İşte bütün bunlar anlaşılıyordu bir bakmaya bu ellere… Evet, fotoğrafın dikkat çekici ilk yanı bu eller. Şimdi biraz daha net ifade etmeye çalışayım fotoğrafı, daha belirgin, daha tümcü bir nazarla bakalım. Bağdaş kurmuş bir kadın, sadece elleri ve dizleri gözüken, onun altında toprak ve çimenler; çünkü fotoğraf kadının gözlerinden çekilmiş gibi, bütün görünen bu kadar değil. Ve bambaşka bir fotoğraf daha var, bu yaşlı kadının elinde tuttuğu asıl fotoğraf. Asıl fotoğraf diyorum; çünkü bu kadının kim olduğunu ve kimi sevdiğini anlatan fotoğraf budur. Bir sanat: roman içinde roman; fotoğraf içinde fotoğraf… Sade bir deyişle, fotoğrafı çekilen bir başka fotoğraftı.
İkinci fotoğrafa odaklandım… Bir kadın, bir anne, bir eş; yanında bir adam, bir baba, bir eş… “Muhakkak böyle olmalı, bunlar eş olmalı” diye düşündüm. Önlerinde ufak bir kuzu; bembeyaz, fotoğraftan pek belli olmasa da biliyorum, küçücük ufacık bir kuzu bu. Adamın bacaklarının tam önünde sıkışmış kalmış gibi; ama mutlu gözlerinin içi gülüyor ufacık kuzunun.
Fotoğrafın arkasını çevirdim, isimler ve bir memleket adı: “Sinop Boyabat, Yusuf abimle Zeliha ablam” diye titrek bir kalemle fotoğrafın sarıya yüz çalan arka kısmına yazılmış. Elimdeki fotoğrafa dalıp gitmiştim, öyle ki iskeleye yanaştığımızda zamanın hızına şaşırmıştım. Bu eskilik ve yaşanmışlıklar beni içten, köklü bir şekilde sarsmıştı. En çok da dudaklardaki tebessüme, yüzlerdeki masumiyete, ellerdeki gayrete ve üstlerindeki tarih kokan elbiselere takılmıştı zihnim. Ben sadece bakıyorken dahi böylesine mütebessim ve huzurlu olabildiysem, beni bu ruh haline sokabilen şu insanlar, bu güler yüzlü vefalı çalışkan insanlar… Acaba onlar ne kadar mutluydular? Gıpta etmeye başlamıştım, “keşke” diyordum içten içe “keşke ben de onlar gibi yaşabilseydim…” Bütün gürültülerden uzak, bir eş, birkaç kitap ve seyre dalıp tefekküre gark olabileceğim onlarca doğa harikası…
İskelede inmek zorunda olduğum için kâğıtları ve fotoğrafı tekrar kitabın içine koyup vapurdan indim, eve vardığımda hazinemi çalışma masasının üzerine serip neler yazıldığını da okuyacaktım. Bu sebepten eve gidene kadar ihtimalleri tasavvur etmek ve hayallere dalmak en doğal hakkımdı.
Bir saat sonra koltuğuma kurulmuş, denk geldiğim taze çaydan kendime bir bardak almış ve elimdeki kâğıtları okumaya başlamıştım bile… Önce zorlandım deşifre etmekte, daha sonraları kullanılan harflere ve yazının üslubuna alıştığım için şu metini sökmekte zorlanmadım. Metni okunması kabil bir hale soktum, Diyordu ki:

Benim adım Yusuf’tur. On beş yaşındayım, ilkokul beşten sonra okul okumadım. Zeliha isminde bir yavuklum var benim. Aslında yavuklum da sayılmaz; çünkü ben onu sadece elinde sitillerle köy çeşmesine su almaya gittiği zaman görebiliyorum, o beni görüyor mu bana bakıyor mu hiç bilmem. Belki bakıyordur ama ben göremiyorumdur, ama öyle olsa göz göze geliriz, ben gözlerimi ondan hiç ayırmıyorum çünkü. Ellerinde sitiller, başında rengârenk bir yazma, üzerine bol gelen peştamalı, ayaklarındaki lastikler, yazları beyaz lastik giyer, tabanı incedir beyaz lastiklerin, kışın ise kara lastik giyer, kara lastikler dayanıklı olur, kalın çoraplar giydiğimiz zaman ise neredeyse hiç üşümeyiz. Ama onun çorapları süslüdür, nakışlıdır. Hep hayalini kurarım ben, ah Zeliha bana da örse şöyle çoraplardan diye, bir mendil işlese, yakama taksam, boynuma sarabileceğim bir tülbent oyalasa benim için. Zeliha tam on iki yaşında, ama elinden her iş gelir maşallah. Çok beceriklidir. Çobanlık yaptığı zamanlarda peşinden gizlice gidip onu seyretmek istesem de hiç gitmedim, cesaret edemedim. Hem kötü laf derlerdi ya da kötü gözle bakardı bana. Sonra hiç sevmezdi beni. Gitmedim peşinden, gidemedim… Ama bir defasında sürülerimiz karşılaştı, heyecanlandım ben. O hırsla bağırıyordu Yusufff Yusuffff çeksene sürünü, geçsene sürünün önüne bak karışacak Yusufff Yusufff diye yeri göğü inletiyordu, çok sinirlenmişti. Ben ise elimde değneğim onun hoplayıp zıplamasını keçi gibi taşların üzerinde sekmesini, öfkeden kırmızıya çalan o yüzündeki güzelliğini öylesine seyre dalmıştım ki, hiçbir bağırışı kulağım işitmiyordu. Yanıma gelip kolumdan tutup beni sarsacaktı tam, o sırada “Zeliha!” dedim… Hemen elini kolumdan çekti, başını yere eğdi ve hiç sesini çıkarmadan sürüleri ayırmaya devam etti. Ben de utandım, onu sevdiğimi anlamıştı, zeki kızdı zaten Zeliha.

Benim adım Yusuf. Yirmi beş yaşındayım.
O günden sonra tam beş yıl bakıştık, ara ara konuştuk, konuşamadık daha doğrusu. Konuşamıyorduk. Ben on dokuz yaşına geldiğimde Zeliha’yı istettirdim ve biz evlendik. Şimdi yirmi beş yaşındayım iki çocuğumuz var ve yaşlanıyoruz… Zeliha ile mutluluğumuzun tarifi kabil değildir. Tam on yıl hiçbir şey yazmamışım, yazdıklarım hep küçük pusulalar olmuştu. Zeliha’yı düşünmekten elime kalem almıyordum ki. Okumayı unutmamak için çok gazete okudum, ama yazmaya hiç fırsatım olmadı. Yazacaklarımı saklayacak hiçbir yer yoktu zaten. Bir eski kitabım var, onun arasına dolduracak değildim yazdıklarımı, bir tane koydum, bu da olsun iki ama kâğıtlar da küçük hem, sayfalarca yazı yapıyor, bunları saklayamam ben. Ne yazıyordum, Zeliha evet… Zeliha benim her şeyimdi ve şimdi de her şeyim, eğer o olmasa ben bu köyde bir dakika duramam, onsuz bir gün geçiremiyorum.


Yusuf’un yazdıkları burada bitmiyordu; ama deşifre etmek gittikçe zorlaşmıştı, yazı iyice silikleşmiş ve kâğıtların rengi bir hayli kaçmıştı. Yine de Yusuf tarafından yazılanlar fotoğrafı benim için çok daha kıymetli bir hale getirmişti. Demek ki bu adam yanındaki kadına hala büyük bir aşk besliyordu, öyle olmalıydı… Biz şehir insanlarının 2-3 aylık aşklarından değildi bu. Bu sessiz sakin; susarak yaşanılan bir aşktı, yıllara yayılan ve asırlarca devam edebilecek bir aşk… Bir Yusuf ile Züleyha, bir Leyla ile Mecnun gibi. Bu aşk bilinmeyen, duyulmamış,; ama büyük olan aşklardandı…
O an karar verdim, gidip yaşıyorlarsa bu insanları bulup onlara öykülerini anlattıracaktım. Böylesine bir aşkın yazılması elzemdir, bizim aşkımız, kendi içimizden, kendi köyümüzden, kimselerin bilmediği, anlatılmayan… Sadece gözlerin görebildiği, dillerin uzanamadığı temiz masum ve yıllanmış bir aşk. Bunu ben yazmalıydım. Not defterimi çıkarıp birkaç temel oluşturabilecek ayrıntıyı not düştükten sonra ertesi gün tekrar sahaflara giderek kitap hakkında belki bir şeyler öğrenebilirim ümidiyle sahafı sorguya çekecektim, belki de bu insanları bulmam gerektiğine dair bir yazı kaleme alır, fotoğrafla beraber blog’umda yayınlardım, kim bilir bu sayede onları bulmak daha kolay olabilirdi.
Şevket Bıdı 28.11.2011

"fotoğraf: şule c. photo"

27 Kasım 2011 Pazar

bölünme

Gözlerimi açtığımda gözüme çarpan ilk şey tavandaki örümcek ağı oldu yine, varlığına alışmıştım. İlk günkü gibi: ‘üstümü giyer giymez süpürgeyle alayım şunu’ diye düşünmedim. Güneş ilk ışıklarını uzunlamasına daldırmıştı penceremden içeriye. Gözlerimi kısarak dışarıya baktım: her şey aynıydı, dün akşam yediğim çekirdeklerin kabukları hariç:‘bahçeye inip temizlemeli.’ Yüzüm suyla buluşmaktan korkuyordu, gözlerim biraz daha kapalı kalmak istiyordu ama Alucra’nın insan kesen soğuğu, yataktan çıktıktan sonra son ümitlerinin de belini kırdı. İki dakika içerisinde vücudumdaki enerji titreşimleri hissedilebilir seviyeye ulaşmıştı. Saat yedi… Elimi yüzümü yıkadım, soğuk su ellerimi uyuşturmuştu yine, ama seviyordum yerimde zıplayarak soğuk suyla kurduğum münasebeti. Kahvaltı hazırlanıyordu, yürüyüş için vaktim vardı, ayakkabıları giyip zıplayarak indim merdivenlerden. Güneşle bilek güreşi yapıyordum sanki. Ben başımı kaldırmaya çalıştıkça zorla boynumu büküyordu. O kadar acıyordu ki gözlerim…
Ormana doğru yürümeye başladım, çakıl taşlarına vurarak, çekirge sesleri eşliğinde ilerliyordum. Eksik olan bir şey vardı, ayaklarım beni yol kenarındaki tarlaya sürükledi bir ot kopardım ve ağzıma alıp çevirmeye başladım: şimdi tam oldu.
Gülüyordum, önümde orman, arkamda köy, ağzımda ot: ayaklarım birbirlerini geçmeye çalışıyorlardı… Daha da hızlandım koşmuyordum havada süzülüyordum sanki. Rüzgâr yüzümü yalıyordu… Mutluydum… Nefes nefese ormanın girişine ulaştım. Kahvaltı hazır olmalıydı, bekletmemem lazım diye düşünürken seni gördüm ağaçların arasında… Gülümsüyordun bana, benden önce uyanmış ve ormana gelmiştin. Şimdi ne zaman mutlu olsam seni hatırlıyorum, ne zaman seni hatırlasam mutlu oluyorum… Alucra, varlığımı ruh ve beden olarak ikiye ayırabildiğim kutsal toprağım.

Şevket Bıdı

tut ki düşündüm! /2/

Ah gelmedi geri görüyor musun! Oysa devamını merak etti sanmıştım.. Neyse Haydar sana anlatayım mı ister misin dinlemek, ne dedin anlamıyorum! Cik cik mi.. karnın mı acıktı ?su mu istiyorsun.. hay bin şu kuşlar anlaması ne zor.. Neyse bak dinle, şimdi dinlemene ihtiyacım var mümkünse gözlerime bak arada cıvılda kanat çırp heyecanlan bazı yerlerinde olur mu.. Aferin bak nasılda anladın.. O çocuk sigara uzattı demiştim.. neyse neyse şurdan alayım,İstanbul hukuk kapısının oraya doğru amaçsız bir şekilde yürümeye başladık.. arada sigarasından bir fırt alıyor gözlerime bakıyor sonra tekrar sigarayı içine çekmeye devam ediyordu.. Ben de dudaklarımdaki sigarayı saat 10 yönünde çeviriyordum, tombalacılara benziyordum dudağında yamuk ve yanmamış sigarayla.. kulağımın arkasına mı koysam diye düşündüm bi an. Sonra vazgeçtim ağzımda ıslatmaya devam ettim.. dudak tiryakiliği bu olsa gerekti ha-ha. Solunda yürüyordum, sağ kolumdan tutup çekti bir anda beni “-gel bu tarafa gidelim” neden diye soracak oldum baktım cevap vermeyecek vazgeçtim.. birkaç dakika sonra anladım zaten sahaflara gidiyorduk.. ne zaman gitsem kazıklanırdım eski püskü dandik Fransızca bir kitabı 12 liraya kakalamışlardı hiç unutmam.. okumuş da değilim öyle okurum havasına almıştım.. Adın ne senin diye soracaktım dilim tutukluk yaptı aklım engel oluyordu.. Sorma bir şey sadece anlat diyordu Pamuk dedim, Orhan Pamuk.. Sevmiyorum onu hiç hazzetmem okumadım da tek kitabını dedim.. sol kaşını kaldırıp bana baktı tüten sigarası hala ağzındaydı.. hayır dostum sevmek ya da sevmemek değil mesele.. Ama diye araya girdim Ama Orhan Kemal var o çok daha iyi diye cümlemi araya sıkıştırdım sözünü kesmek önüne set kurmak istiyordum, sel gibi aştı cümlelerimi hiç pamuk okumadım diyorsun nerden biliyorsun bakışı attı bana peki dedim sustum.. Sahaflara girdik, dur dur cikleme en heyecanlı yerine daha yeni geldim.. salatalık ister misin Haydar?!! Bir saat olmadı alalı tazedir hala.. Seni beni dinle diye aldım tamam mı şimdi iyi bir kuş ol ve sessiz sakin dinlemeye gayret et zaten uzatmayacağım.. neyse mevzuyu dağıttın kendime bir türk kahvesi yapayım ben de.. geliyorum hemen, sen de aynada kendini izle ben dönene kadar. Ha-ha deli Haydar..
Suratındaki şu şapşal ifadeyi kaldırırsan iyi olur dedi, daha bi şapşallaştım bu ne demekti şimdi.. Bön bir bakışın var her an gülmeye hazır tetikte bekleyen kahkahaların var, gülemeyenler değilsin anladık ama tutunamayanlardan olursun bu gidişle.. Ah iki kere aynı şeyi söyledin, evet söyledim ne oldu gözündeki saygımı mı yitirdim yoksa?! Evde bi başına korkuyu beklerken ölmeni mi izleceğim sandın. Hay bin kunduz onu da mı okudun?!! Senin okuduklarının hepsini okudum Albayım dedi.. Düşünebiliyor musun benim okuduklarımı okumuş ama Orhan Pamuk u filan da biliyordu yani benden fazla okumuş bunu anladım sanırım ya da bana blöf yapıyordu.. Allah ım şizofren miyim diye düşünürken bi kızı kolundan yakaladım hey Merhaba! –ay napıyosunn canımı yakıyosunn.. Pardon daha önce hiç bi kıza dokunmamıştım ayarı tutturamıyorum o yüzden her neyse tek bir sorum olacak şu an yanımda 25 yaşlarında sigara içen bi erkek var mı?! –ay salak mısın var tabi şaka mı yapıyosunuzz..!! Neyse kızı bıraktım şizofren değildim bu iyi bir haber.. di mi Haydar, iyi bi haber! Kötü haber mi demeliydik yoksa.. Belki de şizofrenim o kızı da ben zihnimde yaratmış olamam mı.. Olabilir kıza dokunurken çok rahattım çünkü. Normalde otistikler gibi dokunmayı ve dokunulmayı sevmem ki oysa. Hay bin şizo ya.. canım sıkıldı şimdi Haydar.. Neyse yarın okula gideceğim orda birkaç deney yaparım arkadaşlar arasında çaktırmadan.. doktorlardan nefret ediyorum çünkü.. Sağıma döndüm Lanet olsun dostum benim gerçekliğime inanmıyor musun yoksa dedi.. Ama huzur huzur istiyorum dostum kimse hayatıma böyle dalmadı benim nerden bileyim senin ne olduğunu belki 2 saat sonra üzerime dolu bir şarjör boşaltmayacağından nasıl emin olabilirim.. Olamazsın dostum Emin olamazsın sen hiçbir şey olamazsın sen her şey olamazsın.. ha-ha! yakalamıştım cümlesindeki detayı ses çıkarmadım kendime bilge havası vermek istedim.. bilgin gibi davranıp bilgiçlik taslayamazdım ama bilge taklidi yapabilirdim, neden olmasın.. Ağzımdaki sigara da epeyce ıslanmıştı bu arada.. ya yakacaktım ya da atacaktım.. çıkarıp gömleğimin cebine koydum gömlek giymeyi de hiç sevmem ki Haydar yoksa bunlar rüyamıydı.. Yoo yoo 3 gün önce siyah bir gömlek giymiştim ama onun da cebi yoktu ki neyse peki madem sigarayı kulak arkası yaptım ama kulağımı köydeyken bir eşek ısırıp koparmıştı ahah şaka yaptım Haydar sakin ol al sana salatalık kemir biraz. Kim olmak isterdin dedi Kuyucaklı Yusuf dedim.. Gözlerime baktı inanmaz bir edayla.. ,Neden yalan söylüyorsun her sorana ben prens mışkinim demiyor musun! Neden şimdi yalan söylüyorsun! Yalan söylemiyordum oysa ki dostoyevskinin budalası gibi olduğum için sadece budalalık yapıyordum nasıl da mat etmiştim. Ah ezan okunuyor Haydar hadi iyisin gidip namaz kılalım sonrasında bir şeyler okumalıyım çok acıktım yarın devam ederim hikayeme, canına minnet zaten di mi ah şu kuşlar!

Şevket BıDı

tut ki düşündüm! /1/

Hayır bayım! Söylediğiniz gibi olmuyor. İnsan, ruhunu kontrol edemiyor.. Ruhunu da geçtim insan kendi hayatını bile kontrol edemiyor.. 6 milyar insan var diyelim.. bu büyük topluluğun tek farkı parmak uçlarında.. yemek aramak sorular sormak doğmak doğurmak büyümek ölmek geri kalan her şey tamamen aynı.. Ve bittabi insanın en büyük savaşı nefsiyle olan savaşı değil mi.. Nefs mücadelesini ben Aşk a bağlıyorum dostum! İnsanlar aşka direniyor aşkı konuşuyor aşktan kaçıyor ya da aşka kaçıyor.. her şeyin önünde arkasında sağında solunda mutlaka bir aşk var.. o zaman bizim nefsimizle olan savaşımız aslında aşkla olan savaşımız.. ben mi? Tabi ki savaştım, net bir şey söylemem zor kazandım mı kaybettim mi bunu merak ediyorsun.. Ne zaman malup ne zaman galip olduğumu bilmeden nasıl cevap verebilirim ki.. Aşktan kaçabildiğimde mi kazanacağım dersin yoksa Aşka kaçabildiğimde mi.. ben kaçmayı tercih ettim kaçtıkça kovaladı kovaladıkça koştum.. kimi zamanlar çeşmelerin kenarında çobanlarla muhabbet edip yüreğimi serinlettim sonra tekrar koştum.. girdaba kapılmazsam başarıyı elde ederim diye düşünüyordum ki hala öyle düşünür ve o şekilde koşmaya devam ederim.. gerçi yürüyorum bu aralar çok fark attım aşka bana yetişmesi zaman alacak biraz.. ama peşimi bırakmayacak biliyorum.. iradesi olan benim çünkü aşkın iradesi olmaz o iradelileri iradesizlikte gömmek için koşturur her daim.. Hep benden bahsediyoruz ya da benim fikirlerimden. Sen konuşmayacak mısın hiç dostum! Hı peki tamam o zaman bir çay söyle boğazım kurudu bak daha neler anlatacağım sana. Senin aptallaşma saatlerin var mı? Yok yok saatleri ayarlama enstitüsüyle alakası yok bu bahsettiğim şeyin. Mesela ben iki gün ayakta kalırsam aptallaşmaya başlıyorum. Mantığı tamamen reddediyorum duygularımla içgüdülerimle hareket ediyorum.. Çok uykusuz kalırsa bir insanın çıldırması muhtemel hatta cinayet işleme oranı filan artıyormuş gazete de psikoloji köşesinde okumuştum ve evet biliyor musun hala kendime uygun bir hastalık bulamadım.. manik depresif otistik panik atak sosyofobi filan.. hiçbir şey olmuyor uyuşmuyor.. ne kadar hevesle araştırdım anlatamam.. kendime deli diyebildiğimde rahatlayacaktım her şey makul gözükecekti.. ama akıllı çıktım kahretmeye akıllı çıktım dostum.. Normal sıradan bir insanmışım.. Ah afedersiniz sen diye hitap etmeye başlamışım size.. hatta sanırım birkaç seferdir dostum da diyorum. Mazur görünüz lütfen aralıksız konuşunca bazen kimlikleri karıştırıyorum. Bi mahzuru yok mu! Nasıl istersem öyle konuşabilirim yani! Ah teşekkürler dostum kasıntı birisi değilsin bu ferahlattı şimdi beni.. daha rahat konuşacağım için mutluyum en azından kendimi kaybedip sen diye hitap ettiğimde mahcup olacağım bir durum kalmadı.. sağol dostum.. sonra işte aptallaşıyorum, şu an mı? Yoo hayır şu an iyiyim dün gece uyudum saat normal sayılır, uyumam için bir hayli vakit geçmesi gerekiyor ki sohbetimiz yeni başladı sıkıldın mı yoksa? Peki biraz daha konuşalım sonra gidersin şu çay bitsin he olur mu? İşte dün İstanbul hukukun önünde bi bankta oturuyorum güneşleniyorum bi yandan da.. elimde oğuz atayı n tehlikeli oyunlar kitabı var bi ara gözüm almış sıcaktan mayışmışım.. bi ses duyuyorum şştt şttt gözlerimi açtım elinde artistik bi pozla sigara tutan 25-26 yaşlarında bi delikanlı.. düşeceksin dostum tutunamıyor musun dedi bana.. Öyle bir kahkaha savurdum ki anında anladım esprisini tabi.. ben yere düştüm ama kardeş kitabı tuttu hemen.. yerde nefesim kesilene kadar kahkaha attım.. elinde kitabım dudağında sigarası tabi unutmadan küstah bir gülümseme de vardı ama yok yok küstah değil de daha çok halden anlayan heh işte aradığım deli gibilerinden bir ifade.. elini uzattı yerden kalkmama yardım etti.. cebinden sigara paketini çıkarıp içer misin dostum! dedi. Çok fiyakalı bir sigara teklif edişi vardı görmeliydin.. neyse ben de cevaben dedim ki: hayır kardeş sağolasın 1 nisanda kendime bir şaka yaptım ve sigarayı bıraktım!” ah ne yazık olmuş dedi.. suratına baktım neden böyle söyledin gibilerinden.. konuşmaya başladı: dostum sigara düşüncelerini toplamanda yardım ediyordu sana.. tedricen kendini öldürmekten keyif alıyordun hem, saçmalama diye sözünü kestim, sus dedi ve devam etti, bak dostum alışkanlıklarını birden kesersen gün gelir birden karşına çıkarlar.. peki peki diye sözünü kestim uzattığı paketten bir tane alıp dudaklarıma götürdüm ama ateşi istemedim. Konuşmaya devam ettik: sakın yenihayat deme sakın sakın Orhan pamuktan bahsetme dedim.. tebessüm etti ama dostum o cümleyi söylemezsem nasıl sohbete başlayacağız ki dedi..
Durun durun çayımız bitmemişti daha?! Yarın devam edelim diyorsunuz.. burada bırakılmaz ki ama bu ?! peki yarın görüşürüz o zaman dostum! size dünkü çocuğun hikayesini anlatmayı çok isterdim oysaki..
Şevket BıDı

İstanbul'un naz ettiği zamanlardan...





Gözlerimi sürmeledim: güneşin batarken toprağı aşındırıp göğe fırlattığı kızıl toprakla... Ömür batıyordu, ardındaki kırmızı güzellikle.
Kırmızı demişken benim adım kırmızı değil: benim adım mavi, benim adım genç: ben mavi gencim. Çocukların dokunmak istediği bebelerin gülümsediği o görünmez mavi genç benim.
Kimi zaman üzerime mavi pelerinimi çeker gökyüzünde uçarım, beni kimselerin göremeyeceği tenha yerlerde, gökyüzünün derinliklerinde. Görürseler, namı meşhur olursam, olmaz... uçma kabiliyetim elimden alınır, gizlice sessiz sakin uçmalıyım.
Beyaz bulutların üzerine sinen kızıllık, beyaz bir atın tüyleri alev alıyormuşçasına... acı ve keyif bir arada. Ruhlara doğan bir kızıllık..
İşte istanbulun bütün modernliğine rağmen altımızda araba boğaz köprüsüne doğru yol alırken içimden, gözümden ve gönlümden geçenler... aklımda tek soru ben daha ne kadar uçacağım..
İnsanlar telaşlı insanlar mağrur insanlar heyecanlı... onlarca insan var arabalarında: düşünen, okuyan, seyreden, konuşan... onlar dışarıyı özümserken ben kendimi, ben ruhumu, ben hayallerimi özümsüyorum.
Şevket Bıdı

Fotoğraf: Şule C. Photographer

22122010

Karışıklık içinde kıvranan bir kalem gördüm, etrafına silgiler toplanmıştı.Bir işi yapmak zorundayken, yapmayıp kendi istediğimiz bir şeyi yapmak nasıl bir olay.Bu satırlarım fevkalade gürültülü bir ortamda dikkat dağıtıcı ve/veya çekici bir konu anlatılırken kaleme alınmıştır. Bir nev-i düşünmeden-yazma/düşüncesiz yazı stili/atmasyon deneyimidir.Her neyse işte, kalem kıvranmaya devam ediyordu, uçlarını kırıyor başındaki silgiyi kağıtlara sürtüyordu. Etrafta bir şey görmeye çalışıp da görememek, kendini kağıtlara bürüyüp silgilerle parçalamak isteyen bu dev adama, bir hayalet musallat olmuş. Git gör ki her nasılsa zeki olan bu cüceyi saran metakimya karışımlar onun betini benzini uçurmuş ve hava boşluğuna düşürmüş.Mahallenin imamına haber vermesi için beş yaşında çivi oynayan bir çocuğa iki şeker verip kandıran şair bu cüce mi dev mi olduğunu henüz anlayamadığı arkadaşına yardım etmek için tutuşuyordu derken kıvılcımlar eşyalara da sıçradı ve tüm cânım mobilya yandı bitti kül oldu gitti. Ambulans, polis, itfaiye ve imam evin önünde toplaşıp öpüşüp koklaşıp konuştuktan sonra harekete geçtiler.. Ambulansın ilk yardım kanepesinin musalla yapıp itfaiyecilerin suyuyla ölüleri guslettirdiler. Sonrasında polislerin cemaati olduğu cenaze namazını kıldıran imam, oracıkta bayılıverdi.
Şevket BıDı

Hiç,Hep,Bir


Güneşe direnebilen bir seni gördüm, ışınların içinden geçerdi bakışların ya da gözlerinde toplardın güneşi, bakamazdım kamaşırdım.
Kimi zaman ağlardım, sorduğunda; “sen kaçtın!” derdim. Çenemden tutardın sol elinle, var gücünle destek olurdun bana ama başım hep eğik kalırdı kaldıramazdım. Sonra sen de başını eğerdin, alnını omzuma kor yine sol elinle yanağımı okşardın. Nefesin ruh gibiydi sen soludukça, ben hissettikçe: canlanırdım, yaşardım. Şevket derdin ama edemezdim, Azad’sın derdin hayır senin kölenim derdim, İsmail derdin, sana kurban derdim, Abdulkerim derdin, susardım, sarılırdın.
Gözlerimi açardım, puslu bir görüntü sonra arşıma diz çökmüş siluetini hissederdim. Omzumdaydın, yanağımda ve ruhumda. Sonra görmeye başladım sol elini ve dizlerini, ama puslu ve tuzlu, bilmem kaç zaman böyle durduk.. Sağ elimi kaldırdım ve yanağımdaki elini tuttum, başını omzumdan çektin ve usul usul gözlerinle gözlerimi aradın.. Gözlerin gözlerime değdiğinde ben “hep”tim ya da “hiç” zaten “bir” değil miydik!
Şevket BıDı 30,03,2011

orhan pamuk'a dair


bundan bir yıl kadar öncesinde bir dostumun muhalefetiyle orhan pamuk okumaya karar vermiştim.

benim için pamuk fırsatçı popülist vs vs vs'nin tekiydi. şu an bu adama karşı hissedilen ne kadar negatif his varsa alayı bende bir aradaydı; yani öyle berbat öyle vatan haini öyle düşük edebiyatı olan, ayrıca böyle güldüğünde elinde nobeli tuttuğunda öylesine itici bir havaya bürünürdü ki bu adam benim için... bazan tarif bile edemiyorum nasıl nefret ettiğimi. abartmıyorum bi hayli milliyetçiydim ve bu adam da vatan haini filandı bana göre.
sonra bi dostumla pamuk üzerinden muhalefete başladık, ikna etti beni, haklıydı, çünkü okumadan etmeden bir insanın edebi yönüne dair laf edemezdim, yakışmıyordu da zati.

kütüphaneye gittim ilk beyaz kale yi aldım elime, fena kitap değildi, ama nobel aldıracak kadar değil, kitabı okurken de halen siyasi görüşlerini de hesaba katıyorum, içimdeki nefret olduğu gibi duruyor, ama okumaya devam ediyorum...

sonra cevdet bey ve oğulları nı okudum, pamuk un acemilik döneminde kaleme aldığı bir esermiş; sevemedim, iyi hoştu ama yeterince derin değildi. geniş yelpazeli bir okuma havuzum vardı bu sebepten beni etkilemesi için çarpıcı bir şeyler, derin bir üslup, etkileyici gerçekler olmalıydı bir kitapta.

yine devam ettim yeni hayat ı aldım bu defa, bak işte sanki bu sefer oluyor gibi. bir sisin ardından olayları takip ederken bir yandan da ortaya konan metaforları çözmeye çalışıyordum, aynı zamanda romandaki orhan kemal havasının tadını çıkarıyordum. kitap bitti, önce yılgınlıkla hayır çok sevmedim dedim, ancak devamında kendime şunu itiraf ettim; sevdim, cidden sevdim.

benim adım kırmızı yı okurken biraz ağzım açık kalmıştı, bu ne bee, bu nasıl bir işçilik demekten kendimi alamadım, bir kaç gün sürdü bitirmem, ama bitmesin diye usul usul okuduğumu inkar edemem. haddi zatında en şeker romanı buydu benim için.

sonra masumiyet müzesi , okuduğum en tatlı en keyifli en şeker aşk romanlarından birisi, belki de en iyisi. alıp götürüyordu zaten. bu arada içimdeki pamuk düşmanlığı bir hayli sönmüştü çünkü bu adam edebiyat yapıyordu! ve bu işi gerçekten iyi beceriyordu.

akabinde kara kitap allah'ım işte olay budur dedirten romanı buydu, kendimi görmüş, kendimden ziyade benim gibi insanların: yazmaya okumaya mecbur hisseden, onlar olmadan yapamayan bi yanları eksik kalanların anlatıldığını gördüm. basit alelade bir hikaye belki, ama o tasvirler; o zihin tasvirleri... sanki spor bir arabanın pistte şov yapmasını izlemek gibiydi bazı bölümlerini okumak ve araya serpiştirilen düşünce dehlizleri, boğulmaya gerek yok, gir içine kulaç at, keyfine bak, olay budur be! diye haykır.

bu noktaya ulaştığımda benim için pamuk tamamdı. nobellik bir edebiyatçıydı, vatan hainiymiş, bilmem ermenilere bişi demiş, satmak için popülist olmaya karar vermiş vs vs diye şeyleri hatırlamakta bile zorlanmaya başlamıştım. sonra bi baktım zihnim pamuk romanı arıyor, olsa da okusak gibilerinden.

pek de kitabı kalmamıştı geriye kar ı buldum, keyifle aşkla şevkle okudum, içerisinde siyasi oluşumlar, giydirmeler, tarafsız beyanlar ve onlarca mevzu vardı, ama ben romanın tadını çıkarıyordum sadece, sadece roman...

son olarak sessiz ev i okudum. ikinci romanıymış, ilginç bir yapısı vardı muhakkak, ama pamuk u zorlanmadan bu romanın içinde de buldum ve keyifle okudum diyebilirim.

şöyle bitirelim... ben anladım ki önyargı bu toplumun temel direkleri ve asıl önemli olan bu önyargıları kırabilecek cesarete sahip olmak.
ve evet pamuk dünya çapında bir yazar ve aldığı her ödülü hak ediyor. türkiyenin iftihar edebileceği nadir yazarlardan birisidir.
18.10.2011 Şevket Bıdı

26 Kasım 2011 Cumartesi

cemile


daniyar'a o gece ne olmuştu, bilmiyorum derin, ince bir hüzün vardı
sesinde, bir yalnızlık vardı; gözlerimiz yaşlarla doldu.

cemile bir eliyle daniyar'ın arabasının kenarına sımsıkı tutunmuş,
başı önünde, yürüyordu. daniyar'ın sesi yeniden yükselince başını
kaldırdı, arabaya atlayıp yanına oturdu onun. kollarını göğsünde
kavuşturup heykel kesildi. ben de arabanın yanında yürümekteydim,
onları daha iyi görebilmek için adımlarımı açtım. daniyar, cemile'nin
farkında bile değildi, türküsüne devam ediyordu. cemile, kollarını iki
yanına indirdi, daniyar'a sokulup başını omuzuna dayadı onun.

kırbacı yiyen bir at nasıl hızlanırsa, daniyar da birdenbire öyle coştu
sesi titriyordu, ama eskisinden de gürdü. bir sevda türküsü söylüyordu!

donakalmıştım. bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı,
karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm.
onlar görmediler beni, ben yoktum. yanlarında yürüyordum oysa;
ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi
kendilerini. onları tanıyamadım. daniyar eski daniyar'dı, sırtında
paçavraya dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta
pırıl pırıldı, yanıyordu sanki. ona ürkekçe, utanarak sokulan kız,
kirpiklerinde yaşlar ışıldayan kız, cemile'ydi, benim cemile'mdi. yeni
doğmuşlardı, biraz önce görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. sahi,
mutluluk değil miydi bu? o türküleri yaratan yurt sevgisini artık
cemile'ye adıyordu daniyar. evet, cemile'nin türküsüydü bu,
cemile'nin türküsüydü.
-------------------------------
cemile'yi gördüm. daniyar'a sarılmıştı. omuzları sarsılıyordu,
kabarıp kabarıp iniyordu sanki. samanların arasına, onun yanına
uzandı sonra.

bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu geldi: samanları savurdu, harman
yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda bir topaç gibi dönmeye
başladı. gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları parçalıyordu. hem
güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın son
fırtınası. cemile, seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı
tutkuyla.

değişir miyim hiç, değişir miyim? beni hiç sevmedi. selamlarını
bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı. ne onu istiyorum
artık, ne de geciken sevgisini. kim ne derse desin! yalnız sevgilim
benim, seni hiç bırakmayacağım! yıllardır seviyordum seni!
tanımadan bile seviyordum. sonunda geldin işte, bildin yolunu
gözlediğimi geldin!

kedicikler...



Malum mart ayını geride bıraktık..
kapıya musallat olan bir kaç kedimiz vardı geriye sadece minnoş kaldı, 8-10 yaşlarındaki bacılarımın taktığı lakabıyla..

bu minnoşun 4 tane fare kadar bebesi vardı, akşama kadar dilenciler gibi cama yapışır kapıyı tırmalar /hayır yemek vermiyor da değiliz bacılarım ne varsa taşıyor zaten/ miyavlar evin içine girer üst katlara çıkar /piskedi/ hatta bi ara içeri girmiş, kitap okumaya dalan bana tip tip bakıyorken yakaladım! sen tut o pis patilerinle halılara bas olacak iş değil.. çok yüz verdi bacılarım bu minnoşa, kızıyorum ya neyse..

4 yavrucaktan geriye 1 tane yavrusu kaldı.. bizim çelimsiz yavrularını kurda kuşa kaptırıyor hep. aldık evet içeri aldık ama bu yine kaçtı geceleri uyutmadı beni miyav miyav miyav.. ya hu seni kaplandan aslandan kurtardık bir tane bebişin kalmış.. sütün önünde pilav kuru salata arkanda. ye iç yat mübarek!

gözleri hala kapalı tek yavrusu kaldı işte.. minnacık ufacık şirin bir şey.. bugün bacılarım yüzsüzlüğün dibine vurup kediyi ta üst kata çıkarıp kapının tam önüne yerleştirmişler.. bir de mekan yapmışlar ki benimle o kadar ilgilenmiyorlar keratalar.

miyavlamaları dışında pek bi şikayetim yok. şu saat oldu halen miyav miyav. o değil bütün gece tefekküre garketti, adnan oktar dan giriyorum charles darwinin ruhundan çıkıyorum.
şimdi miyavlamaları dinmeyince dur bir şeyler yazayım belki iyi gelir diye düşündüm.. bu da böyle bir anımdır.

Şevket Bıdı

tebessüm


Güneş, önünde uzanan çakıllı yol ve gözlerini kısmasına neden olan rüzgardan başka yoldaşı yoktu, taşlı yolda ayaklarını sürüklerken. Zirveye ulaşmasına az kalmıştı ancak Azad nefes nefese kalmış bedenini dinlendirmeden bir adım daha atmamaya karar verdi. Yolun kenarındaki çimlere oturup sağ cebinden sigarasını çıkardı, rüzgarı arkasına alıp büyük bir gayretle sigarayı tutuşturup tüttürmeye başladı. İlk nefesi verdiğinde içinden çıkan dumanı göremedi bile, rüzgar uzak diyarlara götürmüştü çıkan dumanı. Dudaklarında buruk bir tebessüm vardı, ağzının kenarına yerleştirdi sigarasını, eğilip yerden bir avuç toprak aldı ve bir elinden diğerine dökmeye başladı toprağı. Nefes alışverişi düzene girdiğinde tekrar yola koyuldu: zirveye çıkacak, oradan köyü seyredecek ve rüzgara karşı kollarını açıp yüzünü de arkaya atacaktı. Sıkıntılı, dertli olduğu zamanlarda hep bu zirveye gelir ve zihnini boşaltmaya çalışır, doğru kararlar, doğru fikirler edinmeye çalışırdı.
Yaşama amacı denilen konuda sıkıntıları vardı, neden yaşardı ki insan. Hayatın keşmekeşine, anlamsızlığına narkoz vermek niyetiyle severdi insan; çünkü sevdiğinde bütün bu düşünmesi gereken şeylerden uzaklaşır, dinginleşir ve uyuşurdu. Bu uyuşukluğun ta kendisiydi, insana hayatı çekilir kılan. Ama ya bilmeden yaşamak, anlamadan sadece hissederek yaşamak! Bu muydu olması gereken. Bir türlü karar veremiyordu hangi noktada durması gerektiğine. Azadı n ismi Azad idi sadece, kendisi insanlara ve kitaplara köleydi, özgürleşememiş ve bunu hiçbir zaman başaramayacağını da idrak etmişti, bu yüzden acı çekiyor bu yüzden sızlanıyordu.
Zirveden aşağı inmeye koyuldu, ana yolda çıktığında yanında duran minibüse bindi köye kadar yürüyemezdi bu yorgunlukla, köyde Mıstık diye çağırılan daha yeni büyümeye yüz tutmuş bir çaylaktı minibüsü kullanan. Az biraz ilerlemişlerdi ki bir kadın kafilesinin yanında durdular tekrardan. “ağabey bunlar akraba onları da alayım dedi” Mıstık. Azad en arka koltuğa gömülmüş otobüsün camından dışarıdaki kadınlara bakıyordu. Bir tanesi 20 yaşlarında genç ve güzel bir kızdı, bir saniyeliğine göz göze geldiler, Azad hemen başını çevirdi. Önce hayır binmeyelim diyen topluluğa kız hükmetmeye başladı: “hadi binelim! , hadi binelim!” Minibüse bindiklerinde Azad kendi köşesinde kaybolmaya, yok olmaya çalışıyordu, kız binerken arkaya dönüp bakmadı ama onun hareketlerinden kendisine bakmaya çalıştığını anlamıştı. Hafif bir tebessüm etti Azad. “Hey gidi hayat sen böyle işveli ve nazlısın işte” diye geçirdi içinden. Beş dakika sonra kadınlar minibüsten inmek için müsaade istediler, kız inerken arkaya dönüp bakmak için çok zorladı kendini; ama cesaret edemedi. Azad yandan baktığı kızın dudaklarında bir tebessüm gördü, ufak bir tebessüm. İndiler ve yollarına devam ettiler. “Bazen bir bakış görünmeyen gözlerde değil dudaklarda da gizlenir” dedi Azad. Köye geldiklerinde usul usul minibüsten inip Mıstık’a da teşekkür ettikten sonra eve girdi ve eline bir kitap alıp koltuğuna uzandı.
27.09.2011
Şevket Bıdı

25 Kasım 2011 Cuma

düşüş /la chute/


Aynı tür kurgu ve usluplarla karşılaşmaktan bunaldığım bir zamanda, daha önce tecrübe etmediğim bir anlatım şekliyle ilgimi sayfalarında yoğunlaştıran dahiyane bir Eser..
Hani başımıza bir şey gelir de hep içten hesaplarız: ne kimseye anlatabiliriz, ne de o olayı tekrardan yaşayıp olanları değiştirebiliriz... Hep o geçmiş olan ânda doğruyu mu yaptık diye merak ederiz.
İşte sizin de kendinizden bir çok şey bulacağınıza inandığım nadide eserlerden birisi.

dublörün dilemması


Kardeşim hayat memat meselesi olarak gördüğü büyük bir sınavla cebelleşirken, benim kaldırımda oturup kahkahalar eşliğinde okuduğum Murat Menteşimsi kokuların buram buram yayıldığı hoş bir kitap... Öncelikle:
-Kitap çok güzel; ama ben fazla beklentiler içerisindeydim bu yüzden hafifte olsa bir kırılganlık olmadı değil
-Kelime oyunlarına bayıldım
-Kitap için bir Roman dır diyemem.Çok farklı bir şey olmuş... Andre Gide vâri desem yalan olmaz.. bknz: kalpazanlar
-{devamı 121. sayfada} yalancııııı.....
sinemadan çok faydalanmış;
pulp fiction senaryo mizanseni alınmışş!

kitaptan kesitler: " Cennet ve cehennem hakkında ileri-geri konuşmam çünkü ikisinde de dostlarım var.(Mark Twain) "
"Karanlıkta kelimelerin ağırlığı artıyor.(Elias Canetti) "
"Falcı,müşterisinin göremediği bir şeyi görebilen kişidir:Onun bir budala olduğunu(Ambrose Gwinnett Bierce) "
"Gençler olmayacak şeylere heveslenirler,yaşlılarsa hiç vuku bulmamış şeyleri hatırlarlar.(Hector Hugh Munro) "

sokak -ta


Sıkıcı bir havayla damdan düşer gibi başlıyor. Hikayeyi toplamıyor da hayli böyle devam ediyor mesele. Kitabın ortalarına kadar görüşlerine itimat ettiğim bir kaç arkadaş sebebiyle devam ettim onlar beğendiyse vardır bir hikmeti dedim. Sonra mevzu açıldı dallandı budaklandı ilk başlardaki kasvetli havayı dağıttı derin manalı cümleler ve üzerine hayli kafa yorulmuş olduğu anlaşılan mefkureler. Metaforu kullanmış amenna ama bu kadar lüzumu yoktu sanki. Konuyu Hekimoğlundan Emine Şenlikten 3-5 tanıyoruz /sokak meselesi/ bunu fantastik polisiye ve felsefe bablarıyla yoğurmuş iyi bir iş çıkarmış diyelim.

24 Kasım 2011 Perşembe

pratikte absürdizm

yo hayır dostum yanlış okumadın her şey yazdığım gibi. tekrar okuyalım istersen:
beyazıtta işlerimi hallettikten sonra sosyal aktivite olsun namına eminönüne kadar yürüyüp bi üsküdar vapuru çevirdim sonra atladık bi arkadaşla içine arkamdan takip ediyormuş ben vapuru çevirince o da hoppacadak bindi.. hacı romantizm yapalım mı dedi.. o ne la ne var aklında dedim buna.. gitti iki sıcak çay aldı rüzgara karşı içtik, işte bu dedi bunu kastediyordum.. sonra bi ****** çıkarttı bana da verdi dudaklarımızla buluştu ama yakmadık.. çok rüzgar vardı ziyan olmasın dedik.. aslında vapurlarda ****** içmek yasak biliyorsunuz her ne kadar kaptan camı açarız polis filan gelirse de elimizde söndürürüz dediysek de olmadı ikna edemedik.. beni ekmeğimden mi edeceksiniz deyince emekçi ve ekmekçinin dostu olan arkadaşım hemen denize attı sonra kendi de atladı denize attığı ******nın çöpü elinde kafası göründü "ya hacı hiç uyarmıyorsun denize hiç çöp atılır mı!!" arkadaşa bir ip fırlattım sonra ipi de vapurdaki direğe bağladım öyle arkamızdan sörf yapar gibi geldi çok takla attı kolunu bacağını burktu haddinden fazla.. ama denizin ortasında öylece bırakacak değildim onu elbet... evet denizin ortasında ne var bu arada.

üsküdara attım kendimi sonra halatı belime dolayıp denizdeki hamsi düşkünü arkadaşımı karaya çıkartmak için çaba sarf ederken hamsinin biri kafasını çıkardı denizden: -Abi, dur! dur! çekme koyver gitsin dedi.. niye la noldu dedim.. biz dedi biz atlantise gidiyoruz senin arkadaş da bizimle gelecek ben hızlı yüzdüğüm için beni yolladılar de koyver sen arkadaşını o artık bizimle dedi..
iyi peki dedim.. türkiyenin doğusuna döndüm yüzümü yürür adım koşmaya başladım.. bi ****** çıkardım bu arada, yaktım dumanı da içime çekmeden üfürdüm.. sonra bi daha çektim.. hafiften gözlerim kaydı sonra ağır çekimde şu sahneyi yaşadım.. güzel bir kız geliyordu karşıdan.. "iyi bir yobaz güzel bir kız gördüğünde kaldırım taşlarını inceleyendir" lafını icad ettim o anda.. beynimdeki not defterine yazdım sonra başımı kaldırıp bu güzel kızı incelemeye başladım.. tanıyorum tanıyorum mavili bu mavili. adı şey şey işte.. dilim dolanmıştı ismini biliyordum ama söyleyemiyordum.. ağır çekim devam ediyor.. tam yanımda şu an aha geçti aha geçicek beni aha geçiyor kafamı sola doğru çeviriyorum usul usul hala düşünüyorum zihnimde peşpeşe isimler sıralıyorum dilimin ucuna kadar götürüyorum hale fatma zuhal rumeysa nalan hayır hayır hepsini dilimden ucundan aşağı yuvarlıyorum.. ağzımdan tek kelime çıkıyor.. gözlerimin bilinçaltına sığınıyorum bu kelimeyi haykırırken /şu an hızlı çekime geçtik/ yanımdan sıyrıldı geçti koşar adımlarla elinde bir poşet.. haykırdım arkadaş hey mavili mavili hey bağyann tanışabilir miyiz.. ne kadar klişe cümle espiri varsa hepsini sıralamaya başladım.. dönüp bakmıyordu hala.. bağyannn heyyy maviliii heyy kızz baksana ben sapık heyy...

bi anda bana döndü. sustum. yüzüme baktı yüzüne baktım. sonra yeni bir fiil keşfettik: "bakışmak" aa dedi ben hala bakıyordum, elimde ****** kalmış dumanı omzumdan tütüyor.. sonra gözlerim tütmeye başladı göz kırpma refleksine karşı koyuyordum.. tam retinaları yakacakken: "Burcu" dedim.. Burcu, Nasılsın..

Yalan olmasın ne konuştuk ne ettik bilmiyorum. Üsküdarın o amaçsız martılarına benziyordum. neden durdurmuştum ki. Hem de arkasından mavi mantolu bağyan diye haykırmıştım.. sabahattin ali nin kürk mantoluyu çalmadım hayır tabi ki esinleniyorum sadece, bu rüzgar herkese eser zaten önemli olan üşütmemek..
bi çay bi çay dedim cevap alamadım.. Sonra tekrar dedim ama bu sefer sesim de çıktı öyle telepatik yollarla anlaşamayacaktık anlaşılan..
peki dedi olur elindeki poşetleri sordum. şey dedi.. "kitap örtü birkaç renkli serçe saç boyası harleyy için ufak baslar filan felan”
Üsküdar sahil kordonuna fiyonk atıp yürümeye koyulduk. Yanımızdan gelip geçen martılar selam burcu nasılsın burcu merhaba burcu diye selam edip duruyorlardı hem uyuz oluyordum hem de sesimi çıkaramıyordum ne yapayım yani martılar seviyordu burcuyu.. sonra birine yeter ama yaa gibilerden elimi kışladım o sırada simitle saldırdılar bana. Ağzımı gözümü nişan alıyorlardı habire.. ziyan olmasın diye tüm simitleri yakalayıp yedim.. ağzımda nimetle konuşamayacağım için uzun bir süre daha yürüdük.. sonra korcan çay bahçesine gelmişiz o yürüyüşle.. amanın bi güzel yerdir orası ki sormayın.. tam kız kulesine nazır bir masaya geçtik. Sandalyenin yanındaki kediye bi dondurma ısmarladım sevimlilik olsun diye, kaldırım kenarında bacak bacak üstüne atıp yalamaya başladı sonra sineklere de bi küp şeker ısmarladım nihayet başbaşaydık..
Çayıma şeker atmadan karıştırmaya başladım, n’apıyorsun bakışı attığında hiçç eski günlerden kalma bir alışkanlık dedim.. evet ufaklık söyle anlat bakalım ne var ne yok dedi..
Bir başladım anlatmaya anlat anlat bitiremedim sonu gelmedi ama garson geldi hesabınız bin liraya dayandı deyince anladım ki cüzdanın da sonu gelmiş yol parasını artırıp hesabı ödeyip kalktık oradan.
Sahil boyunca yürümeye başladık bi sigara çıkarttım ve yaktım ona da ikram ettim o da yaktı.. sansürü de yaktık sigaraya sansür uygulayınca ne oluyor sanki.. burcu dedim, buyur dedi “bana 2 lira versene yol için!”
Şevket Bıdı

dine karşı din


Başlık tek başına kitabı özetliyor aslında.
Bizim bildiğimiz ve inandığımız şekliyle dinin adı islamiyettir ve islamiyet adı altında bir takım karşı dinlerde mevcut.. Şu h.z İsa'nın havarilerinden olan yahudi dönmesi hristiyan bir zat vardı ismini anımsamıyorum. İncildeki bir takım kuralları ilga edip yerine o an toplumun kabul göreceği kurallar koymuştur bir nev-i kutsal kitabı tahrip etmiştir. Hak dine karşı batıl bir din öne sürmüştür.
Aynı tehlike islamiyet için de var.. İslama karşı çıkanların inandığı bir Tanrı/Tanrılar vardı onlar islamiyete hiç bir zaman dinsizlikle kafa tutmadılar. Dine dinsizlik ateistlik zarar veremez bunu sadece aynı dinin değişime uğramış bir benzeri zarar verebilir.. Kitap bazı islami terimlere de dikkat çekiliyor. Allah ve Rab kelimesi mesela. Rab sahip demektir. Firavun halkına "ben sizin rabbinizim" der. Sizi ben yarattım demez çünkü o da inanır ki yaratmak Allah'a mahsustur ve Allah ın varlığına da inanmaktır dinsiz değildir. Ama sizin sahibiniz sizin rabbiniz benim deyip şirke düşer. Allah ı bu yönden egale etmeye çalışan bütün dinler şirk dinidir. Ve şirk dinleri inançsız değildir aksine sağlam itikadi temelleri olan dinlerdir ve hak din olan islamiyetin de en büyük düşmanı bu batıl dinlerdir.
Günümüzde de islamiyet bir takım çevrelerce tahrip edilmeye çalışılıyor bunun farkında olanlar azınlık denilebilecek kadar az halkın büyük çoğunluğu hoşgörü kelimesini ardına sığınmış ve bu hareketlere göz yummuş dahası desteklemiştir de.
din bir afyondur evet ama uydurma dinler ya da batıl dinler için geçerli bir genellemedir bu. İnsanda varolan tapma arzusunu irade ve idare etmek için halkedilmişlerdir bununla beraber islamiyet bir afyondan çok bir aydınlanma aracıdır ve kitapta da bu desteklenmektedir, islamiyetin tek düşmanı olarak da bu şirk dinler gösterilmektedir. Dinimizin ilk yıllarında dahi gelişmeyi ve genişlemeyi engelleyen büyük etkenlerden birisi de bu olmuştur yani şirk dinleri.
Mül Allah ındır deyip insanları uyutmaya çalışan bir takım zevatlar için de şunu öne sürüyor Şeriati: Mülk Allah'ındır sosyal ve ekonomik konularda Allah ile Nas aynı saftadır bundan dolayı Mülk Halk'ındır. Burdan şu anlaşılmalı, Mülk Allahındır deyip insanların fakirliğin güzel bir şey olduğuna inandırılıp sahip oldukları hakları savunmaları engellenmek istenilmektedir. Ortada bir mülk varsa bunun yaratıcısı illa ki Allahtır ancak bu mülkün sahibi emanetçisi insandır biz fakiriz deyip boyun bükmekten ziyade biz fakiriz evet ama çalışırsak daha iyi olabiliriz ve kendimizi düzeltebiliriz Allah bizim nimetimizi de artırır düsturuyla harekete geçmeli ve bunun için çalışmalıyız. Burda da sosyal bir uzlaşmayı ele almıştır.. Şeriati, bildiğim kadarıyla bu tür şeylere kafa yormuş bir alimdir ve öne sürdüğü tüm bu meseleler düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken türden mevzulardır.

godot'yu beklerken


hepimiz godot yu bekliyoruz. godot bir sembol aslında hersey olabilir. umut, tanrı veya baska birsey.

absürd tiyatrosunun en önemli yapıtlarından olan godot'yu beklerken' in sahneye konuluşunun 50. yılı samuel beckett bu iki perdelik oyununu, cennetin kapısı önünde umutla bekleşen iki kişinin görüldüğü lord dunsany'nin the getterling gate oyununun parodisi olarak kaleme alır. bekett tanrının,hakikatin,anlamın saçmalığından ve yaşamda bunları bekliyor olmanın boşunalığından bahseder.edimleri ve düşünceleriyle vakit geçirdikleri ya da 'varoldukları izlenimi' veren oyun kahramanları amaçsızlık ve anlamsızlığı sergilerler yapıtta.-heidegger'in oyunu izledikten sonra : bu adam heidegger okumuş olmalı dediği söylenir.
bana göre tüm zamanların en iyisi olan bu oyun 21. yüzyılda da kafamızda soru işaretleri bırakmaya devam ediyor.' *

ve ayrıca godot yu beklerken:
godot yu beklerken canım sıkıldı eve gittim. ocağa su koydum 10 dakikada kaynadı sonra çay demledim biraz daha bekledim çay otursun diye havlu sardım demliğin üstüne hem soğumasın hemde güzel demlensin diye, hazır olduğuna karar verdiğimde bardağımı sıcak suyla çalkaladım demlikleri elime alıp yarısına dem yarısına sıcak su doldurup orta demli bir çay hazırladım kendime. sonra kütüphaneme geçtim kitapların karşısına oturdum onları seyretmeye başladım çayı sol elime aldım sağ elimi raflara uzattım bu arada evet şekersiz içiyorum siyasi kitapları teğet geçip klasiklere doğru yol aldım sonra usulca delikanlıyı okşadım ordan budalayı sevdim biraz sonra eugenie grandet ye dokunup iç geçirdim oblomov a gözüm kaydı ama üşendim onu sevmeye boşver dedim sonra severim kalpazanları sevdim birazda andre gide hakkında pek hoş olmayan şeyler düşündüm ama kimseye söylemedim yuttum gitti son olarak karamazov kardeşleri parmak uçlarımla hafifçe okşayıp geri çekildim. sonra kütüphanemin yanında kitap listemi kurcalamaya başladım son okuduklarım: evet, evet, evet hmmm bu güzeldi evet evet.. sonra kalemi aldım elime ve şunları yazdım: ----------------------------------------

eklemeyi unutmuşum: daha sonra telefonum çaldı arayan godot ydu. ne var noldu dedim. seni bekliyorum dedi.

saatleri ayarlama enstitüsü



Neden hep Halit Ayarcı'yı dile getirir insanlar?
Halit Ayarcı'dan ziyade benim için başrol adamı Hayri İrdal oldu.

Kitabı okurken hep şunu düşündüm: acaba Halit Ayarcı ile Hayri İrdal aynı kişi mi? Kitapları okurken kendimce senaryolar yazmaya bayılırım. Neyse öyle olmadı; ama ikisini kardeşten öte gördüm hep.
Ahmet Hamdi hocaya söyleyecek söz yok zaten; kitabı okurken, alay mı ediyor? ciddiye mi alıyor birazdan birisi size kahkahayla gülecek mi? inansam mı, inanmasam mı?
Evet kitabın sonlarına doğru teslim olmuştum: peki dedim bu kadar, ben de inanıyorum artık S.A.E olmalı; ama tam o anda Halit Ayarcı vazgeçmesin mi! haydaaa, resmen alay etti Ahmet Hamdi üstad.
Kitabın içeriğine daha fazla değinmeyeyim.
Ölene dek hatırlayacağım kitaplardan birisi oldu. Yerli yabancı hiç bir yazarda böylesi bir yazma gücü görmedim açıkçası; zehir gibi bir zekanın ürünüydü sanki.
Daha neler neler eklenir de eleştirinin kısası makbuldur deyip susayım,
kaçırmayın. Son bir şey, genç yaşta okumayın: aynı keyfi alamazsınız o yüzden diyorum, biraz büyüklerin kıymetini bileceği tarzdan bir eser olmuş çünkü.

aşkın metafiziği


Arthur hocayı seviyoruz...
Sokrates in ve Aristoteles in oğlancılığa çanak tuttuğunu, Yunan Mitolojisine mensup yaşlı tanrılardan Zeus ve Heraklesin erkek sevgilileri olduğunu ıyk yazarken bile bir garip oluyor insan; ama sonradan ilim bu deyip gözlerinizi kapatarak okumaya devam ediyorsunuz.
Neyse işte bunlar böyle pis bir millet zaten. Arthur desteklemiyor paderastie yi (oğlancılık) bunun sebeplerini doğaya bağlıyor daha iyi bir tür elde edebilmek için yaşlıların ve çok gençlerin (işte kalitesizlik söz konusu olduğu için)çocuk sahibi olmaması filan gerekiyormuş içgüdüler de insanı buna sürüklermiş.
Zaten kitabın başındaki kadın erkek uyumları vesaire insanı hislerden arındırıyor, çırılçıplak bırakıyor hayata karşı...
Kitap 83 sayfa; ama dünden beri tın tın okuyorum çok ağır şeyler söylemiş hacı abimiz.
Bir gayri müslime göre Arthur takdir ettiğim nadir filozoflardandır...
Be adam! İncil okumuşsun Tevrat okumuşsun hiç yakışıyor mu bu geniş görüşe Kuran ı Kerimi bir kere dahi okumamak ve ya semavi dinler arasında farz edip düşünmeyip kafa yormamak. Neyse..
kitap iyi,25 ten küçükler okumasın, pek bir şey anlamazsınız.
Bir de hurafe niteliğinde inanç başka şey; felsefe başka şey.

genç werther'in acıları



Yaşamak ölmekten kolay olduğu için mi nefes almaya devam ediyoruz. Werther neden canına kıydı fazla mı akıllıydı yoksa inancı mı yetersizdi. Sebebi "aşk" tı. benim anlayamadığım bir --aşk--.
//ben olsam// lı cümleler kurarız ya hep, ben olsam kıymazdım canıma. Ama Werther in acılarını bilemeyiz onun bizi yaralamak için söylediği şu cümle: "sende beni anlamıyorsun değil mi yazdıklarımı hiç bir şey hissetmeden okuyorsun değil mi ah bi ben olabilsen benim gibi sevebilsen" yeterli midir onu anlamak için!

matmazel noraliya'nın koltuğu


Matmazel Nuriye'nin koltuğu..
Feri"d", hı evet "t" ile söyleniyor ama ferid demek daha keyifli ana karaktere.
Peyami Safa nın kalemini bu kadar kıvrak kullanabildiğini tekrardan teyid etmiş oldum. paranormal aktivitelerden girift hikayelere. ne kitaptı ama peh. tır çarpmış gibiyim hala.
alain robbe-grillet nin tarzını kullanmış bir bölümde. heyecanlıydı. sonra bi tutam da ihsan oktay anar gördüm. hikayenin satışı muhteşemdi, yok günümüzdeki entel yazarların böyle bir sıralamayla kitap pazarladığını görmedim. Genel kültür deseniz fevkalade. Bittiği için üzüldüm nerdeyse oturup ağlayacaktım. Güzel, çok güzeldi.
On a retrouve
Quoi? L'éternite
C'est la mer allée
Avec le soleil.
---------------
Bulundu.
Ne? Ebedilik.
Bu, güneşin altında
Deniz yoludur.
---------------
Bulundu.
Ne? Ebedilik.
Bu, benim gözlerimin altında
Senin bakışındır.

şah ve sultan


//bir günlüğüne Kızılbaş gibi görmek Kızılbaş gibi hissetmek Kızılbaş gibi okumak// insana ne yi nasıl anlatacağını iyi bilen bir ustanın kaleminden Şah ve Sultan. Hani bizim gibi sanal insanlar illaki duygu ifade etme sanatı olarak smileyleri kullanırız :( =d ='( vesaire.. bunlar kullanılmadan da duygular çok daha iyi ifade edilebiliyormuş tekrar hatırlamış olduk. Yazılanlar tamamen gerçek midir yoksa bir kısmı uydurma mıdır. Evet bir kısmı uydurmadır ama çoğu gerçektir. Mektuplaşmalar divanlar her şeyi ortaya koyuyor zati. Bir takım hayali karakterlerin varlığı rahatsız etmesin artık, e onlar da illaki olacak, tarih romanı bu neticede. .... -şiddetle tavsiye etmiyorum. Ancak insanın kafasında Bir Selim bir İsmail profili oluşturmak ve tarihi daha iyi hatırlamak adına diye...
Bu romanda herkes tarafından bilinen şeyler ele alınmış onun üzerine ne katmış peki yazar?! biraz divan bir kaç ekleme karakter. Onun haricinde iki tarafı da denge de tutan iki taraf içinde bir şeyler yazıp çızan ki bunlar belgeli kitaplarda da mevcut bir yaklaşımla eseri kaleme almış Gönül rahatlığıyla okunabilir. iskender pala kitabın ve tarihin hakkını vermiştir bana göre.
ps: insan sevgiye hükmeder; ama aşk insana hükmeder.

23 Kasım 2011 Çarşamba

sevgili milena'ya mektuplar


Sevgili Milena'ya Mektuplar...
Kafka'nın Milena'ya yazdığı mektuplar var sadece, bir de sonlara doğru "ek" yapmışlar, Milena'nın Kafka'nın yakın bir dostuna yazdığı, Kafka'ya dair bir kaç mektup...
Milena'nın Kafka'ya yazdıkları yok, sanıyoruz ki Kafka ya mektupları imha etti ya da imha etti...
Aşk Mektubu değil bunlar...
Ah Milena! Sizin uykusuzluğunuz benimkine benzemez. Yakarıyorum size: N'olur yazmayın artık.
Hafif bir aşk tutulması, ancak Kafka buna izin vermiyor; kaçıyor, kaçınıyor... Milena evli, mutlu değil... Yine de Kafka kendini daha çok seviyor, benliği bir başka alemde... Milena'yı yazmak için kullanıyor gibi/gibi'si şahsi kanaatim.
"... ama sen başkaydın Milena. Hasta bir adamı sevecek kadar hastaydın!
Milena seviyordu sevmesine de, peki ya Kafka...
Kıyas yapmak doğru değil... Ama bir Meriç gibi yazamaz Kafka, bir Meriç gibi yazamaz... (jurnal 2'ye atıf)
Milena, Milena... adından başka şey yazamıyorum..Yazmalıyım ama! Bugün şaşkınım, yorgunum ve sensizim Milena. Nasıl bitik olmayayım?

dorian gray'in portresi


Dorian Gray'in Portresi... Oscar'ın ara ara gündeme gelen ölümsüz kitaplarından birisi; güzel çalışma.
Tahmin edilebilir bir sonu var, en azından fazla öykü okumuş ve yaşı biraz ilerlemiş insanlar için.
Aslından okudum, bu yüzden metinin sadeliği ve basitliği kendine hayran bırakmaktan ziyade: farklı bir şeyler görmek isteyen okuyucuya dudak büktürtüyor. Wilde neden meşhur olmuş ki! diyor insan ister istemez, hem de pek çok kez... Olmuş işte, bir çok nedenden ötürü, bir boşluğu doldurduğu muhakkak.
Okuyun, bir şeyler hissetmenize vesile olacaktır, hoş kitaptır.

Şunu da belirteyim... Matmazel Noraliya'nın Koltuğu efendime söyleyeyim Aylak Adam ya da bir çok kült kitaptan sonra ismine meftun olup da okumak istediğim kitaplardan birisiydi bu. Kitabın ismi evet, o yüzden okumak istemiştim... Sanırım beklentilerimi yüksek tutarak okudum.

beyaz kale


Okuduğum ilk Pamuk kitabı.
Sevgili dostumun ısrarla, okumaya Cevdet Bey ve Oğulları'ndan başla! demesine rağmen kütüphanede sadece Beyaz Kale'yi bulabildim.
Hoca lakaplı bir türk ve venedikli bir köle, zaman 17. asrı gösteriyor.
Tek karakterde bütünleşmiş iki ana karakteri var romanın. Birbirlerine her yönden benzeyen iki adam efendi ve köle. Aynaya baktıklarında aralarında tek bir fark var o da birisinin sakallı olması bunun dışında ikiz kardeş gibiler.. Yıllarca süren bir dostluk evet ben bunun adını dostluk koydum aslında tek yaptıkları şey dört duvar arasında zihinsel muhabere, fikirsel üstünlük kurma çabası, insantekinin en büyük açlığı ben olma duygusu.. Ben kimim neyim neyliyorum sorularına cevaplar arama, iyilik yaparak olmadı kötülük yaparak yahut insanlara kötülüklerini itiraf ettirerek alınan haz. Sayfa bazında Pamuk un en kısa romanı olmasına rağmen düşünsel dünyada bir hayli yoğun bir eser.
Akıcı ve durgun, heyecanlı ve gereksiz. Tüm sıfatları bir araya getirmiş insanı bu kitap Şu'dur tanımını yapmaktan mahrum edebilmiştir.
Kitap benim için yeterli bir dile sahipti, anlatım güçlü olmasa dahi eski İstanbul üzerine bir hayli okuduğum için zaten hazır olan bir hayal dünyasına yerleştirdiğim karakterleri zorlanmadan oynattım ve seyrettim. Bu konuda sönük kalabilir bazı zihinler için.
Ve gizem, ziyadesiyle karmaşa, basit bir konuyu sona doğru karıştırmaya çalışan bir Pamuk, romanı da bu kafa karışıklığı üzerinden nihayete erdirip okuyucunun aklında iki dakikalık bir soru işareti. İki dakika diyorum çünkü Pamuk romana ilaveten 3-5 sayfa nelerden kimlerden etkilenmiş ne anlatmak istemiş ve hangi şifreleri kullanmış tek tek açıklıyor, işte sadece bu en sondaki 3-5 sayfalık açıklama sebebiyle ilginç, çok ilginç dedirtebilen bir kitap.

caligula


Bir Sezar'ın hayatının tiyatro olarak ibda edilmesi ne kadar zor olabilir ki demiştim kitabın ilk satırlarını okurken..

M.S 7 - 41 yılları arasında görev yapmış,Julio-Claudian Hanedanı mensubu ve Roma İmparatorluğunun dördüncü İmparatoru yani takma adıyla okuduğum eserin baş kahramanı : "Caligula"
Albert Camus tiyatro topluluklarına katılmış hatta Karamazov Kardeşlerdeki İvan rolünü bile sahnede canlandırmıştır. Varoluşçuluk ve Absürdizm ideolojilerinin de mimarlarındandır Camus..
Varoluşçuluk Absürdizm ve tiyatro bir araya gelince, Camus Caligula'yı yazmaya karar verir: Bir Kralın /Caligula'nın/ varoluş mücadelesi.
İlahlığa soyunur Caligula.. öldürerek hayatları alarak varolmaya çalışır.. Ay'ı elde etmek ister.. Gökyüzüne hükmedebilmek..
Yazın eseri olarak okuduğum halde okurken kıpır kıpırdım, yerimde duramadım.. Tiyatrosu gösterime sunulursa mutlaka gidip izlenmeli diye düşünüyorum..

"zannederiz ki insan, sevdiği kişi öldüğü için acı çeker. oysa asıl üzüntüsü bundan çok daha az önemsizdir: en büyük kederin bile uzun sürmeyeceğinin farkına varmaktır asıl dert.. acının kendisi bile anlamdan yoksundur."

"insan bedenini saran acı kadar acı bir gece. tarihe caligula tarihe"

-Hala yaşıyorum!

oblomov


Oblomov, Oblomovka ve Oblomovluk. Bu üç kavramla Oblomov’u ibda eden İvan Gonçarov’un tembellerin sultanı olan bu karakteri bir ay gibi kısa bir sürede edebiyat dünyasına kazandırması romanın ve romancının istihza ile attığı ilk adımdır.
Oblomov bir bilinç hali yahut bir ideoloji değildir. O Jean Paul Sartre’ın ya da Albert Camus nün Varoşçuluk ve Absürdizm ideololojilerine bile sığmayan, kalıplara kafa tutan büyük bir yazın dehasıdır. Hayır bu mefhumlarla kıyaslanamaz elbette daha doğrusu Oblomov kendini bunlarla kıyaslamaz çünkü o varolmaya bile çalışmayan bir karakterdir.
Sayfalarca yatağından kalkmayan Oblomov’un klişe haline getirdiği bir hareketi:
O sırada kapının çıngırakları çalındı. Oblomov hırkasına sarınarak:
-İşte bir konuk, dedi. Bense hala yataktayım. Ne ayıp şey, kim olabilir bu kadar erken? (oysa ki Oblomov sekiz buçukta uyanmış on buçuğa kadar yatakta vakit öldürmüş, daha sonra da yatar pozisyonda kendisiyle saatlerce muhabbet etmiş, sonra kapı çalmıştır. )
Yerinden hiç kımıldamadan, merakla kapıya doğru baktı..
Gonçarov un başarısında Oblomov'un evrensel bir karakter olması da etkili olmuştur. Gonçarov yaşadığı yüzyılın Rusya’sını ele almış, batıyı taklit ve takdir etmeye çalışmıştır. Bunu yapmaya çalışırken öylesine evrensel bir karakter ortaya koymuştur ki dünya bir anda Oblomovlara teslim olmuştur. Oblomov’un tembelliğinin boyutlarını ve sınırlarını daha doğrusu sınırsızlığını daha iyi algılayabilelim diye en iyi arkadaşını yani Ştoltz u devamlı Oblomov’un peşinde koşturmuştur, bir Alman-Rus anne babanın çocuğu olan Ştoltz çalışkan zeki ve her konuda ataktır. Sembolik bir batı karakteri olan Ştoltz her fırsatta Oblomov’u rüyasından uyandırmaya çalışmaktadır ve her şeye rağmen bu uğraşından vazgeçmemiştir.
Oblomov’un aşkla sınanması da dikkate şayandır. Böyle bir tembelliğe aşk nasıl bir etki yapabilirdi! Ştoltz’un yakın arkadaşı olan Olga isminde bir kızla tanışan Oblomov’un tepkileri neler olabilirdi, aşık olmayı becerebilecek miydi ya da aşka karşı tutumu nasıl olacaktı?

Lenin'in "Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de Oblomov’lar kaldı; çünkü Oblomov’lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komunistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir." Cümlesi bile başlı başına bu insanlık tehlikesine karşı savaşa yeşil ışık yakmıştır, bir nev-i insanın nefsiyle olan en büyük savaşıdır da bu; aynı zamanda “Oblomovluğu yıkmak”
Ve kitaptan bir alıntıyla:
Oblomov, “Aman ya Rabbi! Ne budala insanlar var. Evleniyorlar!” diye içini çekti ve sırt üstü yattı.