30 Aralık 2011 Cuma

2011'i birlikte geçirdiğim kitaplar


1 Swann'ın bir aşkı Marcel Proust
Proust'u tanımayan kalmamalı, okuyom ben yaa diyen herkesi bekleriz.

2 Aşkın suçları Marquis de Sade
Sadizm kelimesi kökünü bu adamın soy isminden alıyor, o kadar manyak o kadar yavşak ve o kadar da ahlaksız bir insan.

3 Dünyanın bütün sabahları Pascal Quignard
Pascal'ın  felsefeyle olayları bir araya getirip harmanlaması ciddiye alınmalı hatta on liraya kıyılıp bu kitap da gidilip sahaflardan alınmalı

4 Umami Nuarıklı
Üniden bir hocam vermişti yazarı arkadaşıymış, keyiflik bir şey, siz okumayın.

5 Godot'yu beklerken Samuel Becket
Ooo sembolizm, Godot candır canandır her şeydir. Ölmeden önce okuyun efendim.

6 Eylembilim Oğuz Atay
Üniversite olayları, polisler kafa kırmalar ölümler, olaylar olaylar

7 Ruh adam Nihal atsız
Mutlak seveceksin... Atsız ın psikolojik analizler konusunda doktora yapmaya çalıştığı eseri, çok başarılı değil ama yine de güzel, okunabilir.

8 Matmazel Noraliya'nın koltuğu Peyami Safa
Peyami Safa'nın adının geçtiği yerden mutlaka geçmeli insan.

9 Şah ve Sultan İskender Pala
Çerez gibi klasik bir Pala romanı, güzeldi ama, hoş tatlı munis kedi canını senin.

10 Değirmenimden Mektuplar Alphonse Daudet
Sırf Edebiyat olsun diye okuduk. E adam fransız bir de, bölümüme munhasır bir şahsiyetti es geçmedim ben de.

11 Fatih Sultan Mehmet Yavuz Bahadıroğlu
Bir kaç ek bilgi ve bazı meseleleri tekrar anımsama hususunda güzel oldu

12 Genç Werther in acıları Goethe
Werther'i anlamak için...

13 Satranç Stefan Zweig
Kısa bir kitap, öykü diyelim biz buna, okurken bile kafayı karıştırıp birlikte satranç oynasak mı be filan moduna sokuyor insanı.

14 Leyleklerin uçuşu Jean-Cristophe Grange
Okuduğum en güzel Grange kitabıydı neredeyse, betimlere bittim, kurgunun sonlarında kopukluk filan vardı tatmin olmadım, ama sonradan dönüp baktığımda aklıma hep hoş ve güzel bir kitap olarak gelmeye başladı.

15 İş işten geçti Jean-Paul Sartre
"Ghost" filmi tadında..

16 Sokak-ta Bahaeddin Özkişi
Ödül de almış bu kitabıyla, metaforlar filan eyiydi.

17 Korkma Ben Varım Murat Menteş
Karikatürize edilmiş edebiyat tadı veriyor, devamlı kelime oyunları, yoğun bir akışkanlık.

18 Siddhartha Hermann Hesse
Okumayan kaldı mı bu kitabı? Tanışın muhakkak, en sevdiğim Hesse kitabıdır.

19 Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer
Okuduktan sonra bir ay toparlanamadım, resmen ne kadar duygu ve his varsa bende, alayına kibrit çaktı, realizmin doruğuna çıkarıyor insanı, tabi abartmamak lazım, bence sallıyor bir çok hususu.

20 Baudelaire Jean-Paul sartre
Baudelari tanımak için harika bir kitap, Sartre kaleme almış hemde, okuduklarım hala hatrımda, sizlerle paylaşmak isterdim ama bunun yerine kitabı bulup okumanızı önermeyi yeğliyorum.

21 Saatleri Ayarlama Enstitüsü Ahmet Hamdi Tanpınar
Mizahın atar damarı, kült!

22 Aşk ve Öbür Cinler Gabriel Garcia Marquez
Ne ben okudum ne siz duydunuz... İtalyan bir arkadaşım en sevdiğim marquez budur dese de ben onun kadar sevemedim Aşk'ı

23 Katya'nın yazı Trevanian
Aldığım güzel hediyelerden birisiydi ve öykü de bir o kadar güzeldi, sevmiştim.

24 Şeytan Yemini Jean-Christophe Grangé
Elime yapışan kitaplardan, artık grange'ı tahmin edebilir hale geldiğim için ite kaka okudum diyebilirim. Fena sayılmaz, ama önermem.

25 Sanat Ali Şeriati
Sadece sanat mı? Harika bir kitaptı, ziyadesiyle doyurucu. Muhakkak okuyun.

26 Caligula Albert Camus
Son Nefeste dahi Je suis  encore vivant !! diyebilen çılgın adam, "hala yaşıyorum!"


27 Beyaz Kale Orhan Pamuk
Blogta bu kitaba dair bir şeyler bulabilirsiniz, imdi tekrar yazmayayım, merak edenler bakadursun.


28 Her temas iz Bırakır Emrah Serbes
Dizi kadar kaliteli değil, Behzat Ç. yi dizide daha çok sevdik.


29 Sandalyeler Eugenie Ionesco
Absürd tiyatroya cukka bir örnek, ötesi yok.


30 Aylak Adam Yusuf atılgan
Aylak Adam... Ölmeden önce okuyun, edebiyatı derin olmasa da Oğuz Atayın ilham kaynağı olan bu şahsiyetle tanışın.


31 Canistan Yusuf atılgan
Diğer bir Atılgan kitabı. Bunu okumayın eheh


32 Cemile Cengiz Aytmatov
En güzel aşk öykülerinden, ben kefilim.


33 Yeni hayat Orhan Pamuk
Okuduğum ilk Pamuk olması hasebiyle pek hakkını vererek okuduğumu söyleyemem, sonradan dönüp tekrar baktığımda hıhım evet bu da olmuş demiştim.


34 Lüzumsuz adam Sait faik abasıyanık
Aylak Adam'dan sonra okumasam olmazdı ve evet Sait Faik de çok güzel bir lüzumsuz çizmiş, tanışın derim.


35 Dine karşı din Ali Şeriati
Yine blogta uzunnn bir inceleme kaleme aldım, merak edenler bakabilir. Tavsiye ederim.


36 Que viva mexico! S.M. Eisenstein
Bir belgeselin kitabı, senaryo, film senaryosu ! arada kaynamıştı, okumaya gerek yok.


37 Çavdar Tarlasında Çocuklar J.D. Salinger
Çok sevmedim, farklı bir üslubu var fena değil.


38 Efrasiyab'ın hikayeleri İhsan Oktay Anar
Çok güzel hikayeler bunlar


39 Cevdet Bey ve Oğulları Orhan Pamuk
Çok kalın ve gereksiz, diğer pamuk romanlarından farklı, koca bir üslub uçurumu var.


40 Benim Adım Kırmızı Orhan Pamuk
En tatlı en munis kedi canını senin ahah, sevdim bu kitabı.


41 90 dakikada NIETZSCHE Paul Strathern
Niçeyi yakından tanımak isteyenlere


42 Aşkın gözyaşları Tebrizli Şems Sinan Meydan
Makalat'ın hafifletilmiş versiyonu


43 Palto Nikolay GOGOL
Hepimiz gogol'un paltosundan çıktık "dostoyevski"


44 Tutunamayanlar Oğuz Atay
Ben ne diyeyim, ne diyeyim ben, diyeyim ne ben.


45 Tehlikeli Oyunlar Oğuz Atay
Çok tehlikeli cıkcık


46 Hayatın Anlamı Arthur Schopenhauer
Düdük makarnası, hayatın anlamına dair hiç bir şey vermiyor, çok karamsar bu adam, düşük suratlı herif. Sağlam mütefekkirdir.


47 Ölü Ozanlar Derneği N.H. Kleinbaum
Kaptan Kaptanım.


48 Muhyiddin İbn arabiden tavsiyeler ibn arabi
Okurken bile korkutuyor insanı, ürperdim kaç kez.


49 Çöle inen Nur Necip Fazıl Kısakürek
Okuduğum en muhteşem siyer.


50 Aliya İzzetbegoviç R. İhsan Eliaçık
Bilge Krala dair  bilgi edinmek içun.


51 Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk
Pek masum sayılmaz ki bu.


52 Said Nursi Burhan Bozgeyik
Yine bir biyografi


53 Edebiyatımızda Ramazan Adem Çevik


54 Sırça Fanus Sylvia Plath
Meşhur Sylvia...


55 Empati Adam Fawer


56 Kara Kitap Orhan Pamuk
En kapsamlı Pamuk romanı, kaçmaz.


57 Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar
Üsküdar'ın en güzel hali, Mümtaz! Ölmeden önce okunmalı dediklerimden.


58 Ve'l- Asr İsmet Özel
Asra yemin olsun ki...


59 Çamaşırcının Kızı Orhan Kemal


60 Fihi ma fih Mevlana
Makalattan önce okunmalı. Harika bir eser, ne diyeyim hı!


61 Felsefenin Tesellisi Alain de Botton
Google'dan araştırın seveceksiniz, okunmalı dediklerimden.


62 Makalat Şemsi Tebrizi
En deruni saygılarımı hürmetlerimi iletiyorum Tebrizli Şemse, büyüksün reis, bu adamla hemfikir olmak çok keyifli gelmişti. Ağır bir kitaptır, derin ve faydalıdır da, köyde okumuştum sindire sindire, okuduklarımı uygulaya uygulaya. Mutlaka okunmalı dediklerimden.


63 Kar Orhan Pamuk
Bu yoğunlukta edebiyat yapılır da ben okumam mı. Must read!


64 Sessiz Ev Orhan Pamuk
Kar'daki gibi yine siyaset bu defa ülkücüeler, öyküler eşliğinde, ağır ve yoğun bir kitap daha.


65 "Yalnızız"  Peyami Safa
Samim'le tanışmadan olmaz, o sayfalar süren mantık yürütmeler olmadan olmaz, adeta Sherlock Holmes havası var adamda.


66 Murder on the orient Express Agatha Christie
Ta ta ta taaaammm, okuduğum ilk agatha, zeki kadın vesselam.


67 İnce Memed 1 Yaşar Kemal

68 İnce Memed 2 Yaşar Kemal
69 İnce Memed 3 Yaşar Kemal

70 İnce Memed 4 Yaşar Kemal
İnce Memed serisini gözlerimin önünden geçirebildiğim için mutluyum, son ciltte biraz kasılmış olsam da böyle bir Türk Klasiğini okuduğum için kıvanç içerisindeyim, okumayanlar yenil yılda okuyabilirler inşAllah.


71 Günlük Oğuz Atay
Atay'ın okunacaksa okunması gereken en son kitabı. Diğer kitapların içeriklerine dair ipuçları var, spoiler olmasın.

72 Sevgili Milena'ya Mektuplar Franz Kafka
Bir Meriç değil, mektup işte, güzel mektuplar ama.


73 Ölümün Dört Rengi Dücane Cündioğlu
Vasat bir Dücane kitabı.


74 The Picture Of Dorian Gray Oscar Wilde
Biliyordummm sonunun öyle olduğunu biliyordummm.


75 Cebi Delik Paul Auster
Auster'ın otobiyografisi, adamda kendimi gördüm ve korktum. Yok artık bu kadar umursamaz olmaktan vazgeçmeliyim ben de.


76 Körlük José Saramago
Farklı bir üslup ilginç bir tat, kitaptan sonra filme de bakayım dedim de, hiç becerememişler filmi, kitabı edinip okuyun mutlak surette.

77 Don Kişot Cervantes
150-200 sayfalık olanı okuyun, ötesine geçmeyin, gına getirten klasiklerden birisi oldu benim için.

Evet 2011 hasılatı bu kadar.

22 Aralık 2011 Perşembe

"Soykırım" "Boykot"

Fransız Mallarını Boykot ve Fransanın şu son yaptırımları konusunda "yazmadan edemedim" kalıbına sığınarak bir kaç kelam etmek isterim.

Bir arkadaşımın da belirttiği gibi Türkiye'de 301 kalksın diye yaygara koparanların Fransa'da soykırım kabul edilsin diye destekte bulunmalarına ben ne diyeyim hiç bilemedim. 301 kalksın fikirlere özgürlük peki tamam, e şu an hapiste yatan o kadar fikir suçlusu var ki, eylem aksiyon değil cidden düşünce suçundan içeride yatan zevatlar halen mevcut. Sadece bu açıdan bile bir hayli girift bir mesele... Umarım bu tezatlık bahsinde hemfikirizdir.

Yazarların, Orhan Pamuk gibi, sözlerinin delil olarak kullanılması, ispatlama çabalarına bunların duhul edilmesi de ayrıca rahatsızlık verici. Baba ve Piç'te de Elif Şafak'ın bu konuya değindiğini okumuştuk ve evet soykırım oldu imalarını da anlamıştık. E hadi yazarların derdi popülistlik olsun.

Soykırım... Soykırım yahu adı üstünde, soyu kırmış olsaydık (ki arada bazı meseleler oldu göç ederken osmanlı ermenileri rus ermenileri tarafından vuruldu öldürüldü başlarına gelmedik iş kalmadı tarzında yazılan tarih; peki kabul ) şu anki Ermenistan'ı İngilizler mi kurdu?(yazar burada ironi yapıyor, e bi zahmet) Levon Panos Dabağyan isimli Ermeni asıllı yazar bu göç ve soykırım meselesine Abdulhamid ve Ermeniler isimli kitabında güzelce değinmişti... Ve Osmanlı Ermenilerini kıskanan Rum Ermenilerinin kendi soydaşı olan Osmanlı Ermenilerine zulmettiğini filan da yazmıştı. Bu adamların delilleri ne kadar sadık ve sabit ise Dabağyanınkiler de o kadar sabit ve sadık. 

Tarihe inip baktığımızda da ermenilerle her zaman ferah içerisinde yaşadığımızı görebiliriz, bu dahi başlı başına bir delildir benim için. Ben soykırımın olduğuna inanmıyorum, bile isteye hiç bir milleti telef etmeyiz. O dönemlerde göçler ve bazı nedenlerden ötürü ermeniler ölmüş yolda açta açıkta kalmışlardır; olabilir, bunun nedeni yanlış politikadır, soykırım değil. 

Fransız ürünlerini boykot... e fransızcaya dair ne varsa boykot edelim, öncelikle boykot kelimesinin yerine başka bir kelime bulmak lazım tabi. Bu konuda çoğunluktan farklı olarak şöyle düşünüyorum: Ürünleri boykot etmek yersiz, şayet bir fransız markası, herhangi bir ürünü kaliteli ve ucuza imal edip bana da iyi bir hizmet sunuyorsa o ürünü alırım ben; ancak piyasada başka alternatifi olmayacak . O ürünün yerine kalitesiz ve ondan daha pahalı yerli malını alacak değilim, ticaretle milli duyguları birbirine karıştırmama taraftarıyım. Kaldı ki ülke ekonomilerinde boykot etmek sadece lafta kalıyor, yine gizli saklı herkes bir şeyler alacaktır. Ben şahsen emin olduğum israil mallarını almıyorum sadece. İsraile gıcığım, nedeni de bu ve alternatifleri de var. Her zaman aldığım bir ürün misal üçü bir arada neskafe, bu fransızların olsa ben bunu almaya yine devam ederim. Hem kaliteli hem ucuz, bim in daha ucuz ürünleri kesmiyor ne yapayım. Ama kendi hayatıma baktığımda zaten alıp kullandığım bir fransız ürünü yok sanırım. Boykot değil de "tepki" adı altında hükümetin adımlar atması icap ediyor. Siyasi yaptırımlar uygulanmalı, bunun yanında ekonomiye dokunulmamalı kanaatindeyim.

Bunlar üç bej benim görüşlerimi yansıtmaya niyetlenmiş bir kaç başı bozuk cümleden ibaret. Sizler ne düşünüyorsunuz bilmek isterim. Ancak ricam kendi fikirlerinizi söyleyin benim gibi düşünmeyenler olabilir muhakkak; ama direk bana muhalefet olarak gelmeyin valla.










21 Aralık 2011 Çarşamba

Hakkımda 7 Gerçek.

Daha önce hiç mimlenmemiştim. Beni buna dahil eden  kadim dostum (O.Ali) Edebi Tutku 'ya selam ederim.

Benimle birlikte kıymetli hemşerim Ayşen Ilgın ve diğer görüşdaşlardan Gölgeli Yol u da meseleye dahil etmesi neticesinde bana mimleyecek kimseyi bırakmadığı için de kendisini kınıyorum (şiddetle)

Hakkımda 7 gerçek deyince aklım direk seven filmine gitti.

Çok derin ayrıntılar olmasa da bir kaç ufak sırrı burada açıklayayım:

 1) Böyle rakamlar işin içine girince gerildim sanırım az biraz, hem bi sınırlandırma filan söz konusu gibi geldi bana, yanılıyorum değil mi? Tabi ki... Burçlara itimadım yoktur; ama insanlar itimat ettiği için bizim burçlarımız uyuşmuyor diyenlerden uzak durmuş, onları kendimden uzaklaştırmışımdır. Çünkü eninde sonunda bilinçaltına bu olumsuz düşünceyi nakşeden bu şahısların bir fırsatını bulup zaten çekip gidecekleri aşikardır.

 2)Mikro milliyetçiyim, bir insanın Alucralı olduğunu duyduğumda hakkında başka hiç bir şey bilmesem dahi o artık benim ailegillerden, yakın akrabalarımdan biriymiş gibi hisseder buna göre davranırım. Haddi zatında hayli sıcakkanlı ve hoşsohbet olduğum söylenir, buna mukabil madalyonun diğer yüzü de mevcuttur, pek gören olmasa da, henüz o raddeye getirecek bir durumla karşılaşmadım çünkü.

 3)Okumak; kitaplar... Beni terk etmeyen, benim terk etmediğim nadir dostlarımdan. Daha dün tanıdığım insanların bugün: ne çok kitaplardan bahsediyorsun şarlatan mısın sen, şovenist misin arkadaşım, bu kadar bahsetme, bırak şunları diye söylenmelerini sükunetle karşılıyorum. Anlamanız gereken husus şu: sizden vazgeçerim, hepinizden teker teker vazgeçerim. Ama okumaktan ve kitaplardan vazgeçmem. Ben böyle doğmuşum, böyle yaşamak zorunda kalmışım ve kitaplarla hayata tutunmuşum. Bazılarınızın iddia ettiği gibi hayal dünyasında filan yaşadığım da yok. Sosyal bir dünyam, normal bir hayatım ve herkesin başına gelebilecek olağan acılarım var benim de. Sırf birileri beni şovenist sanmasın diye yıllardır kullandığım gözlüğü gözümden çıkaracak olmadığım gibi, kitapları da elimden bırakacak dilimden düşürecek değilim. Bak ilk defa bu kadar sert konuştum bu konuda da ha-ha

 4)Fevkalade saplantılı takıntılı birisiyim. Hangi işe el atarsam atayım onun sonunu getirmeden duramam. Bu sebepten kitap okuyabiliyorum zaten, en kalın kitapları bile korkmadan elime alabilirim. 3-4 bin küsür bölüm anime 4-5 bin küsür cilt manga okuyan, okuyabilen rahatsız bir bünyem var. Yabancı dizileri kaç sezon olduğunu umursamadan bir oturuşta sezon sezon eriten de benim bu içimdeki monsterdır. Tabi abartıyorum sanmayın, biliyorum hepiniz bu şekilde hareket ediyorsunuz. Ama insan olan sıkılır bence, aralıksız 10 bin sayfa manga okumak herkesin harcı değildir sanırım. Bu da gerçeklerden birisi sayılabilir.

 5)Aşık olmak ve sevmek. Çok ikircikli bir mesele bu. Aşık olduğunu sananlardanım, sonra bir bakmışım ki aşkı kalemime alet ediyorum. Romantik cümleler, kendi kendime hayranlık duyduğum aşıkane tavırlar, özel cümleler, derinden kopan fikirlere sarılmış aşk tomurcukları etc. Bu da edebiyata olan aşkın bir neticesi sanırım. Bu yüzden hiç aşık olmadım denilebilir. Evet aşıklar gibi çok güzel şeyler yazdım, edebi değeri olduğunu düşündüğüm yazılar öyküler şiirler de yazdım. Bunları yazarken muhatabım aşıktan ziyade kendim idim, kendime yazıyormuşçasına keyif alır ve aşka gelirdim. Bir nevi ilham kaynağı olmaktan öteye geçmedi kıymet verdiğim insanlar. Ve hayır bunu bilerek yapmadım. Aşık olmak zor zanaat hem, 11 yıl önce bir kızla göz göze gelince karnıma giren sancılardan başka aşka dair bir şeyim yok. Sevmek mi? Evet sevmek denilen şeye inanıyorum. Sevdim, çok sevdim hemde. Seviyorum da.

 6)Geçmişini saklayabilen insanlara gıpta etmişimdir. Sahip olduğum bütün fotoğrafları ve günlüklerimi rüzgarlı bir akşamda çatıya çıkıp yakmışımdır.

 7)Anlatabileceğim pek çok şey var; ama ilk 6 tanesiyle dahi bir hayli deşifre olduk. E beni takip eden hocalarım filan bile var, üzerimde acayip bir baskı oluşturuyorlar, burayı okurken de güleceklerdir eminim ha-ha hatta telefon bile edebilirler ha-h...

Bu kadarı kafidir umarım :)

 Ben de Gizem'i ve  Tankut'u mimliyorum.

20 Aralık 2011 Salı

İnsanlık Öldü...

Nihayet insanlık öldü. Haber aldığımıza göre,uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık,dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre,’yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde,’insanlık öldü mü?’ ya da ‘insanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakta yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar,telgraflar yağmıştır;herkes,insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir.

Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da,yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet,insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler,ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat,insanlık aleminin bu büyük kaybı,birçok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir;o kadar ki,bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır.

Bize göre,böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile,hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden,bir zamanlar insanlığın olduğunu,bizim gibi nefes alıp ıztırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmaya çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de,onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamaya devam edecektir.

İnsanlıktan paylarını alamayanlar için zaten bir ölüydü;onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık,dünya savaşlarından birinde,çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra,hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık,önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar,insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır.

Doğru dürüst bir tahsil göremeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa,doğru dürüst bir mirasta kalmamıştı;bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık,başkalarının yardımıyla geçinmeğe çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz,boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz,insanlığın yakınlarına baş sağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not: merhumun cenazesi,önce,uzun yıllar yaşamış olduğu hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade törenden sonra toprağa verilecektir.

Oguz Atay - Tehlikeli Oyunlar

Körlük- José Saramago



José Saramago... İsmini ilk kez, akşamın bir vakti Kadıköy Alkım kitabevinde Semih'le dolaşırken duydum. Abi körlük ve görmek diye iki kitap var, görürsen haber ver! Kim ki bu kitapların yazarı? José Saramago abi, çok güzel yazıyor farklı bir üslubu var! Hadi ya bak merak ettim, hadi bulalım şu kitapları o zaman. Hızlı bir taramadan sonra körlük ve görmek isimli kitapları buldum, elime alıp incelemeye koyuldum, Semih heyecandan yerinde duramıyor tabi, ama ben henüz yazarı bile tanımadığım için pek tepki vermiyorum. Kitaplar el değiştirdi, şimdi Semih inceliyor. Peki tamam ben de okurum bunları Semih. Alacak mısın şimdi abi? Yok ya şimdi alamam Peyami Safa'ya verdim paramı, ama şu körlük'ü okurum yakın zamanda... demiştim. Nasip oldu işte körlük elime geçti ve okudum. Kitaptan pek bahsetmiyorum farkındayım, peki siz şu an José'nin üslubunu kullandığımın farkında mısınız? Sadece nokta ve virgülden oluşan cümleler... Konuşmalar dahil, her şey başlı başına küçük bir devrim niteliğinde. Benim imdi görmek'i okumam lazım. Tabi kitaplar birbiriyle bağlantılı mı henüz bilmiyorum, ama bu kitap kendi başına okunabilecek single diyebileceğimiz bir eser, ha-ha single denmez tabi kitaplara, ama set gibi görünmüyor işte.
Paul Auster'dan sonra tanıdığım ikinci farklı yazar, bu günlerde keyifli kalemlerle karşılaşıyorum. Tavsiye ederim, mutlaka tanışın bu kalemle...
Ve kitabın içeriğine dair! Hayır içerikle alakalı hiç bir şey söylememek en doğrusu, mantıksal çıkarımlar, tarafsız bakış açısı, romanın içinde felsefe gibi sujelere rastlamanız muhtemel. Hadi iyi okumalar!

5 Aralık 2011 Pazartesi

ve ben şimdi kütüphanesiz bir adamım


Evdeki kitap raflarımızdan farklı bir kisveye bürünen Kütüphanenin bendeki öyküsü...


Kütüphane kültürüm 12-13 yaşlarıma dayanır.
Orta ikiye gidiyordum o sıralarda, okulun en alt katta büyükçe bir kütüphanesi vardı, duymuş, işitmiş; ama hiç gitmemiş idim. Okumayı severdim, ancak kütüphaneye girmek demek: daha önce tanımadığım bilmediğim bir mekana girip orada hiç yabancı değilmiş numarası yaparak dolanmak, mümkünse insanlara da tebessüm edebilmek anlamına geliyordu. En azından benim için, hem çocuktum hemde bazı psikolojik sorunlarım vardı. Tabi kimin yoktu ki, hepimizin çocukluğunda bir kedi kesmişliği vardır... Hasılı bir türlü cesaretimi toparlayıp giremiyordum oraya, aynı şekilde liseye giderken de ilk sene kantinden bir şey alıp yiyememiştim, ikinci üçüncü yıllarımda kantinden bir şeyler alıp yiyebilme alışkanlığını kazanabilmiştim. Yine bir gün en alt katta dolanırken kütüphanenin kapısını açık gördüm, kapıyı öyle açık görmemle içeri bir anda "düşünmeden, hesap kitap yapmadan, çizdiğim planları bile bile evde unutmuşum" içeri dalmam bir oldu. Hemen hiç bir şey yokmuş, her şey olağanmış gibi raflara doğru yürüdüm. Hayret kimse bir şey demiyordu, tam rafların önüne geldiğimde usulca kafamı çevirip etrafa baktım, ne var ne yok, bana bakan var mı, elime kitap alsam beni döverler mi diye tepkileri ölçmeye çalışıyordum. Sonra elimi raflara uzatıp ilk kitabımı almış oldum. Aldığım kitap neydi, şu an inanın anımsamıyorum ama ya Jules Verne'nin kitaplarından birisidir ya da yine herhangi bir macera romanıdır. Eminim çok eminim hemde, evet Raskolnikov'la tanışmam da orta ikide olmuştu; ama ondan önce bir kaç kitap okumuştum.
Mesela:
Denizler altında yirmi bin fersah, kaptan nemo, hayranım sana be adam!
İki yıl okul tatili: bu harikaydı ya, hayalimde hep öyle şeyler yapmak vardı, hatta ve hatta şimdi hatırladım, ben bu kitaptan sonra öykü bile yazmıştım 7/B li maceracılar diye, sekiz sayfa filandı, ne oldu acaba o öyküme, bizim sınıftakileri kullanarak bir ada sujesiyle çılgınca şeyler yazmıştım, anımsıyorum.
Robinson Crouse hatta İsviçreli Robinsonlar diye de ayrıca bir kitap okumuştum, Kahraman Kuş, E.Nesbit'in kitabıydı hiç unutmam.
Sonra Mercan Adası vardı, ne şeker kitaptı o öyle...
Şeker portakalı; Zeze'yi de o esnada okudum... Belki gülebilirsiniz ama Maksim Gorki'nin Ana'sını da tam bu yıllarda okudum. Ne anladığıma gelince, o anda belki çok şey değil, ama okuduklarımı unutmadığım için ilerleyen yaşlarımda ne okuduğumun da idrakine varmış oldum.
Sonra Üç Silahşörler, ertesi gün iade ettiğimde okuduğuma inanmamıştı kütüphaneci, bana anlattırmıştı hatta, komikti; çünkü herhangi bir sayfa açtı iki cümle okudu ve bana hadi devam et dedi, yok artık! ezberlemedim sadece okudum şapşal seni. ha-ha
Pal Sokağı Çocukları, bu kitaptan sonra kavga çıkarmıştım, Nemeçek... Şu an bile bu ismi hatırlamak beni ağlamaya yaklaştırır. Cidden ağlarım bak, geçiyorum bu kitabı.
Orhan Kemal! Evet evet o bıcır yaşta Orhan Kemal de okudum, "bereketli topraklar üzerinde" mesela, eh pek de yaşımla bağdaşmayan şeyleri erkenden görmüş ve anlamaya çalışmıştım, ama pek bir zararı olmadı bunların bana. Ömer Seyfettin ve türevleri. Hatta anımsıyorum bir kaç kalın kitabı da, Andre Malraux'un "umut" kitabını mesela okumaya ant içmiştim o günlerde. Biraz çocukluk biraz da okumaya olan açlık dolayısıyla ortaya çıkan ilgi çekici bir tablo, her güne bir kitap kampanyası gibi bir şey olmuştu.
Tom Amca'nın Külübesi'ni okuduğum için faşist olamadım belki de! Liste uzayıp gider böyle, her kitapta ayrı bir dünyanın kapısı açılıyordu ufkuma ve bu bana o kadar cazip geliyordu ki bir türlü vazgeçemiyordum okumaktan. Takıntı, hastalık, aşk... Hangisini tercih ederseniz, ben aşk demeyi yeğliyorum.
Ortaokul bitti. Lgs'ye girildi. Beni zorla soktular sınava, esasında sınavdan haberim bile yoktu, Lgs nedir bilmezdim bile, bizim zamanımızda bu kadar bilinçli değildi insanlar, gerçekten bak, okulumu birincilikle bitirmiştim, ortaokulu yani, bir kaç birinci vardı 4.96 ortalamayla; ama yine de haberdar değildim böyle bir sınavdan. Benim sınav formunu müdür saklamış, sonradan verdi bana al doldur şunu sınava gir diye; böylesi bir cehalet.
Umrumda değildi Lgs, okul ortalamamla süper liseye gidecektim. Mahalleden bir abi vardı, nevzat ayaz süper lisesine gidiyordu. İçinde süper kelimesi de geçince aklım çelinmişti zaten kaç yıl öncesinden takmıştım ben nevzat ayaza gideceğim diye. Hasılı istediğim yere gittim, evime çok uzak değildi lise, buna rağmen yatılı yurtta kalmayı tercih ettim. Din diyanet namaz abdest kur'an gibi şeyleri öğrenmek ve uygulamak naif ruhuma her zaman iyi gelmiştir. Öncesinde yurdun kütüphanesini sömürmeye başladım. Okulun kütüphanesi gösteriş amaçlıydı zaten, kitap alamazdık bile. Yurtta dünya klasikleri hususunda kayda değer bir zenginlikle karşılaştım. Bordo Mavi ve Kum saati yayınlarından ne çıkmışsa okudum diyeyim de bu fasıl kısa sürsün. Yoksa bütün listeyi önüze serip sizleri sıkmak istemem. Ama "budala"ya "delikanlı"ya "anna karenina" ya "savaş ve barış" a da şöyle bir selam vermeden geçmek istemem.
Başta Rus edebiyatı olmak üzere bir çok alanda pek çok kitap okudum bu vesileyle. Sonrasında Ümraniye Haldun Alagaş'ın içerisine yeni bir devlet kütüphanesi kuruldu. Hemen kayıt yaptırdım ve yeni kitaplar edinmeye başladım. Bu yeni kütüphanenin bana getirisi romanlar olmuştu, daha çok bilimkurgu, macera, fantastik türüne munhasır romanlar, Robin Cook gibi. Bazı saçma kitapları okumamam gerektiğini de bu dönemde öğrendim. Çöp öğütücü değildim ben, her önüme geleni okuyamazdım. Ve o kadar çok saçma sapan kitap vardı ki... Lise hayatım devamlı bir okuma telaşesi içinde geçti, öss ye bile okuyarak hazırlandım neredeyse. Yabancı dil bölümündeydim, yetenekliydim o yüzden fazla çalışmazdım. Yatarak da üniyi kazanırım mantığı vardı o dönemde de, ama ben yatarak değil okuyarak kazanmayı tercih ettim. Bölümüme de katkısı olsun diye ingilizce kitaplar okumaya başlamıştım. Dershaneden temin ettiğim orijinal kitapları da üç günde okuyup iade etmeye başlamıştım, Mark Twain imzalı bazı eserler; A Tramp Abroad, Sophie's World, Neverendingstory bunlardan bazıları.
Ve düşündüğüm gibi olmuştu. Öss'yi okuyarak kazanmıştım, okumak iptiladır müptelalara selam olsun, öncelikle Cemil Meriç'e tabi. Çok severdim Meriç'i o dönemlerde, hala da sever ve sayarım. Çok iyi bir okuyucudur hepinizce malum. İşte fakülte tercihlerimi yaparken onun İ.Ü fransız dili ve edebiyatı mezunu olduğunu öğrendim, sonra da İsmet Özel'i de ekledim bu listeye, o da fr mezunuydu. İlk sıradan i.ü fr dil edebiyatı yazıp kendimi i.ü ye atıverdim. İkinci sıraya da Galatasaray fr yi yazmıştım ha-ha
Edebiyat fakültesinde nasıl kitap alınır ne yapılır ne edilir pek bilmem, öğrenemedim de. Üni yıllarımdaki en büyük sömürü kaynağım Orhan Kemal İl Halk Kütüphanesi olmuştu. Bu kütüphanede kimlerle tanışmadım ki... Yusuf Atılgan'dan Oğuz Atay'a; Bozkırkurdu'ndan Oblomov'a, Orhan Pamuk'tan Balzac'ın bütün romanlarına kadar aklıma gelebilecek (okuduğum ne kadar kitap kaldıysa geriye) bütün kitapları bu kütüphaneden temin edip okudum.
Kütüphanelerin en büyük güzelliği insanı devamlı okumaya teşvik ediyor oluşu ve tevafuken bir çok kitabla karşılaşıyor olmamızdan mütevellit, şunu da okuyayım aman şunu da şunu da girdabına kendimizi kaptırabiliyoruz. Bu zaten okumayı seven bünyeler için önüne geçilemez bir akış sağlıyor ki bu etkiyi ancak ve ancak kütüphaneler temin edebilir kanaatindeyim.
Ve ben şimdi kütüphanesiz bir adamım... Mezun oldum ve bütün bu ortamların uzağına düştüm. Yakın civarlarda yeni bir kütüphane temin etmem lazım. Çünkü okumak istediklerimi alacak param yok, olsa da yetmez sanırım.
Steven demişti ya hani: "aç kal, budala kal, ama kendin kal" diye. Ben de diyorum ki aç kalmayın, kitapsız da kalmayın...

Şevket B.

4 Aralık 2011 Pazar

albert camus veba


Camus'nün "yabancı" sı bilinir, o konuşulur hep. Ama Veba vardır esasında Camus'nün toplum psikolojisini ustalıkla kaleme aldığı.
Camus, felsefeleri edebiyatlaştırabilen o büyük ustalardandır, ufku geniş muztariplerdendir. Kitabı edinip okuyunuz, üzerine pek bir şey söylemek istemiyorum; çünkü ayrı bir inceleme yazısı kaleme almak icap eder.
Albert Camus nün Veba'sını gece bitiremeyince yarım bırakıp uyumuştum, rüyama giren tek kitaptır, rüyanın ertesinde kalemime dökülen satırları paylaşıyorum sadece.


Hafızası kuvvetli olmasına rağmen ikide bir elindeki bilete bakıp otobüs numarasını kontrol ediyordu, 18 numaralı koltukta seyahat edecekti. Bir yandan yürüyüp diğer yandan elindeki bilete bakarak otobüslerin arasından Çukurova yazılı olanı bulmuştu sonunda. Sırtındaki çanta gittikçe ağırlaşmaya başlamıştı. Muavine bileti gösterip otobüse bindi. Çantasını, oturduğu koltuğun üstüne özenle yerleştirdi. Kulaklığını çıkarıp muavinden bir bardak su istedi.Suyunu içerken bir yandan düşünüyordu: ne yapabilirdi Çukurova'da? Pamuk toplamaktan eline ne kadar geçecekti? Kaçak hayatını idame ettirebilecek miydi? Elini üst bagaja atıp çantasını yanına çekti. İçinden bir kitap çıkardı, Albert Camus'nün Veba isimli kitabıydı ve okumaya başladı. Okudukça kitapla bütünleşiyor ve varlığını unutuyordu. Huzur buluyordu, tarif edemediği garip bir haz. Okurken karanlık çökmüştü kitabı önündeki monta edilmiş masaya bırakarak, başını arkaya yasladı ve hafif bir uykuya daldı.
Gerçek miydi hayal mi? Kestirmek çok güçtü. Veba nın tüm kenti kapladığı bir beldedeydi. Yada Çukurova'ya giden bir otobüsteydi. Yoksa aslında kentte vebadan can çekişirken kendisini Çukurova'ya giden bir otobüste mi hayal ediyordu. Hangisi gerçekti? Aklı her türlü ihanet ediyordu kendisine. Eroin nedir bilmezdi; ama esrarkeşler gibi hissettiğine yemin edebilirdi.
Yıllar geçti bir türlü aklını kontrol altına alamadı. Yazar ne yazmıştı? Çukurova’ yı mı Oran* ’ ımı? Hangisi yazın ürünüydü? Sonu neydi hikayenin? Yazarın mahkumu gibi hissediyordu kendisini, 10 yıl geçti aradan ve gözlerini açtı nihayet. Oturduğu koltuk numarası 18, kahretsin polis çevirmiş otobüsü. Sevinse miydi üzülse miydi kestiremedi.


*Oran: kitaptaki veba ya mahkum olan memleketin adıdır.
Haziran 2009 Şevket Bıdı

28 Kasım 2011 Pazartesi

Bir fotoğrafın öyküsü


Dünya güneşten kopmuş sonra hayat bulmuş derler, eğer hep güneşin bir parçası olsaydı ne dünya olurdu ne de bizler…
Ben de insanlardan koptum, kaçtım ve kendime sığındım; belki de sen olursun ya da sen olasın diye koptum.
Yine seni Beyazıt tramvaylarına terk etmiş, ayaklarımı sürüyerek yürüyorum, nereye gittiğimi bilmeden. Kendimi bilmezliğimden olsa gerek yürümeye devam ederken birkaç kere de insanlara çarptım, hiç seslerini çıkarmadılar, başımı kaldırıp bakmamıştım yüzlerine ya da arkamı dönüp omuzlarına… Bir zaman sonra sahaflarda buldum kendimi, elimde de bir kitap çoktan sayfalarını açmış okumaya başlamışım, arada yüzüme yaklaştırıyorum kitabı, yılların kokusunu içime çekmek için. Sırf kokusu için aldığım kitaplar var benim, onların hikâyesi kokularındadır, sayfalarında değil. “Sanırım bir elli yıllık vardır bu kitap” diye düşünüyorum. Biraz eskice, biraz değil bir hayli eskice bir kabı var, yaşlanmış, sayfaları buruşmuş, kapağı küçülmüş, yazıları silinmiş birçok yerinde; ama hala okunaklı ve iş görür hala dayanıyor yıllara yani zamana. Çok düşünmeden fiyatını sordum, on lira ver yeter diye cevapladı satıcı, pazarlık bile yapmadım, cebimden çıkardığım onluğu satıcıya uzatıp hayırlı işler dileyerek uzaklaştım kitap tezgâhlarından; çünkü ne kadar çok durursam o kadar çok bağlanacaktım oraya; kitaplara.
Bir zaman sonra yeniden fark ettim elimde tuttuğum kitabı. Kollarımı sallayarak yürümeye öylesine alışmışım ki, adımlarımın gürültüsü bedenimi uyuşturduğundan kitabı da unutmuşum; kitaplar da bir uzvumdur benim. Kimse kızamaz bana elimdeki kitabı unutuyorum diye; çünkü sadece elimde unuturum ben kitapları: ne bir otobüste, ne bir masanın üzerinde, ne de kız kulesine nazır o sonbahar banklarında. Hep elimdedir kitap ya da kitaplar. Bu yüzden unutmuşum işte, hemen benimsemişim, yadırganacak bir şey değil bu. Otobüse binince okurum, mutlaka okurum belki önce sayfalarına bir göz atarım, incelerim iyiden iyiye, o bende kaybolur ben onda diye düşündüm. Yürürken de okurdum; ama burası Beyazıt, çok insan var, düz bir yol tutturup yürümek zor; her yer insan kaynıyor. Otobüste okurum diye düşündüm yeniden… Sonra karar değiştirdim, yeni kitabımla vapurda tanışmalıyım, ona bu zevki tattırmalıyım. Muhakkak böyle olmalı, çok güzel kokuyor çünkü bu kitap. Fikrim değişince Veznecilere kadar yürümüş olmama rağmen geri döndüm, aşağı tramvay yoluna doğru seyirtttim, ilk gelen tramvay boştu. Bindim.
Eminönü’ndeyim… Deniz kenarındaki betonlara bakarken: “Şuraya çöküp okusam mı biraz, hayır vapurda okumalıyım, evet vapurda okumalıyım” diye söylenirken kendimi vapurun küpeştesinde buldum. Cüzdanımdan demir paraları çıkarıp içinden bir lira aldım, sıcacık bir çay da olsun yanında, eşlik etsin kitabıma. Kitabım, canım benim, kitabım… Elimde kitabım ve çayımla dolanmaya başladım vapurun içerisinde… Eski vapurlardandı, yuvarlak camları vardı bunların, yeni gelenlerin camları fazla modern, vapurda olduğunu hissetmek için bir hayli çaba sarf etmen gerekiyor; ama bu vapur tam elimdeki kitap gibi: yıllanmış, aşınmış, buruşmuş, tahtalarını kurtlar kemirmiş kim bilir kaç kez. Kaç kez değiştirilmiş eskiler yenilerle, kaç kez alçıya alınmış kırıkları, kim bilir? O yuvarlak camlardan birinin önündeki yine o eski masalardan birisine oturdum, bütün ahengi bozan tek şey benim gençliğimdi, benden başka her şey yaşlı, herkes yaşlı, deniz bile…
Bilmiyordum hiçbir şeyi, yani gerçekten fark etmemiştim kitabın içindeki kâğıtları, sonra o fotoğrafı, eski bir fotoğraf; siyah beyaz, insanın içine işleyen bir gerçekçiliği vardı. Kitabı okumak isterken, öyle bir arzuyla dolup taşmışken bu sayfalarca yazılmış bir şeye, evet henüz ne olduğunu bilmiyorum. Elimde tuttuğum sayfaların üzerine bir şeyler karalanmışÇ belki bir hikâye, belki bir mektup, belki bir anı, belki bir günlükten parçalar… Sonra o fotoğraf…
Elimdeki kitaptan daha kıymetli olan bu eskiller, belki de kitaptan daha yaşlılar: anlamak zor. Önce küçük bir heyecan sardı gözlerimi; çünkü ufak bir hazine bulmuştum; defineciler gibi mi hissediyordum acaba? Sonrasında bir esrime geçirdim: bacaklarım şiddetle sarsılmaya başladı, arzuyla dolmuştum. Kâğıtlara yazılmış olan her ne ise bir an önce okumalıydım.
Fotoğrafı anlatarak başlamalıyım sanırım; kitabın içinden çıkan fotoğrafı… Mat renkli bir şalvar: kırışmış ve çok eski, ellilerde giyildiğini tahmin ediyorum. Sadece dizlerden aşağısı görünüyor, fotoğrafın yarısını kaplıyor bu dizler ve dizleri örtmüş olan o şalvar. Elleri de görünüyor sahibenin; kadın olduğu belli: ellerindeki kıvrımlar, kadınlara has olan parmaklardaki o incelik, toprak izleri ve birçok yaşanmışlık: toprakla haşır neşir olduğu, çok ekip biçtiği, ağaç kesip dertop ettikten ve kalınca bir sicime sardıktan sonra sırtında evine kadar taşıdığı, akşamları ikindi vakti kesip istiflediği odunları sobaya dizip bir kibrit kavıyla üzerinde yemek pişireceği ve de evi ısıtacağı sobayı yaktığı, sabah mayaladığı yoğurdun akşam yanına varıp üzerindeki örtüleri kaldırarak tenceredeki yoğurdu kaşık kaşık bakraçlara doldurduğu; varsa çoluk çocuğu onların yanağını okşadığı, kocasına dumanı tüten tarhanalar pişirdiği, kadınlarla bir araya gelip köyün fırınında kışlık somun ekmekleri hazırladığı… İşte bütün bunlar anlaşılıyordu bir bakmaya bu ellere… Evet, fotoğrafın dikkat çekici ilk yanı bu eller. Şimdi biraz daha net ifade etmeye çalışayım fotoğrafı, daha belirgin, daha tümcü bir nazarla bakalım. Bağdaş kurmuş bir kadın, sadece elleri ve dizleri gözüken, onun altında toprak ve çimenler; çünkü fotoğraf kadının gözlerinden çekilmiş gibi, bütün görünen bu kadar değil. Ve bambaşka bir fotoğraf daha var, bu yaşlı kadının elinde tuttuğu asıl fotoğraf. Asıl fotoğraf diyorum; çünkü bu kadının kim olduğunu ve kimi sevdiğini anlatan fotoğraf budur. Bir sanat: roman içinde roman; fotoğraf içinde fotoğraf… Sade bir deyişle, fotoğrafı çekilen bir başka fotoğraftı.
İkinci fotoğrafa odaklandım… Bir kadın, bir anne, bir eş; yanında bir adam, bir baba, bir eş… “Muhakkak böyle olmalı, bunlar eş olmalı” diye düşündüm. Önlerinde ufak bir kuzu; bembeyaz, fotoğraftan pek belli olmasa da biliyorum, küçücük ufacık bir kuzu bu. Adamın bacaklarının tam önünde sıkışmış kalmış gibi; ama mutlu gözlerinin içi gülüyor ufacık kuzunun.
Fotoğrafın arkasını çevirdim, isimler ve bir memleket adı: “Sinop Boyabat, Yusuf abimle Zeliha ablam” diye titrek bir kalemle fotoğrafın sarıya yüz çalan arka kısmına yazılmış. Elimdeki fotoğrafa dalıp gitmiştim, öyle ki iskeleye yanaştığımızda zamanın hızına şaşırmıştım. Bu eskilik ve yaşanmışlıklar beni içten, köklü bir şekilde sarsmıştı. En çok da dudaklardaki tebessüme, yüzlerdeki masumiyete, ellerdeki gayrete ve üstlerindeki tarih kokan elbiselere takılmıştı zihnim. Ben sadece bakıyorken dahi böylesine mütebessim ve huzurlu olabildiysem, beni bu ruh haline sokabilen şu insanlar, bu güler yüzlü vefalı çalışkan insanlar… Acaba onlar ne kadar mutluydular? Gıpta etmeye başlamıştım, “keşke” diyordum içten içe “keşke ben de onlar gibi yaşabilseydim…” Bütün gürültülerden uzak, bir eş, birkaç kitap ve seyre dalıp tefekküre gark olabileceğim onlarca doğa harikası…
İskelede inmek zorunda olduğum için kâğıtları ve fotoğrafı tekrar kitabın içine koyup vapurdan indim, eve vardığımda hazinemi çalışma masasının üzerine serip neler yazıldığını da okuyacaktım. Bu sebepten eve gidene kadar ihtimalleri tasavvur etmek ve hayallere dalmak en doğal hakkımdı.
Bir saat sonra koltuğuma kurulmuş, denk geldiğim taze çaydan kendime bir bardak almış ve elimdeki kâğıtları okumaya başlamıştım bile… Önce zorlandım deşifre etmekte, daha sonraları kullanılan harflere ve yazının üslubuna alıştığım için şu metini sökmekte zorlanmadım. Metni okunması kabil bir hale soktum, Diyordu ki:

Benim adım Yusuf’tur. On beş yaşındayım, ilkokul beşten sonra okul okumadım. Zeliha isminde bir yavuklum var benim. Aslında yavuklum da sayılmaz; çünkü ben onu sadece elinde sitillerle köy çeşmesine su almaya gittiği zaman görebiliyorum, o beni görüyor mu bana bakıyor mu hiç bilmem. Belki bakıyordur ama ben göremiyorumdur, ama öyle olsa göz göze geliriz, ben gözlerimi ondan hiç ayırmıyorum çünkü. Ellerinde sitiller, başında rengârenk bir yazma, üzerine bol gelen peştamalı, ayaklarındaki lastikler, yazları beyaz lastik giyer, tabanı incedir beyaz lastiklerin, kışın ise kara lastik giyer, kara lastikler dayanıklı olur, kalın çoraplar giydiğimiz zaman ise neredeyse hiç üşümeyiz. Ama onun çorapları süslüdür, nakışlıdır. Hep hayalini kurarım ben, ah Zeliha bana da örse şöyle çoraplardan diye, bir mendil işlese, yakama taksam, boynuma sarabileceğim bir tülbent oyalasa benim için. Zeliha tam on iki yaşında, ama elinden her iş gelir maşallah. Çok beceriklidir. Çobanlık yaptığı zamanlarda peşinden gizlice gidip onu seyretmek istesem de hiç gitmedim, cesaret edemedim. Hem kötü laf derlerdi ya da kötü gözle bakardı bana. Sonra hiç sevmezdi beni. Gitmedim peşinden, gidemedim… Ama bir defasında sürülerimiz karşılaştı, heyecanlandım ben. O hırsla bağırıyordu Yusufff Yusuffff çeksene sürünü, geçsene sürünün önüne bak karışacak Yusufff Yusufff diye yeri göğü inletiyordu, çok sinirlenmişti. Ben ise elimde değneğim onun hoplayıp zıplamasını keçi gibi taşların üzerinde sekmesini, öfkeden kırmızıya çalan o yüzündeki güzelliğini öylesine seyre dalmıştım ki, hiçbir bağırışı kulağım işitmiyordu. Yanıma gelip kolumdan tutup beni sarsacaktı tam, o sırada “Zeliha!” dedim… Hemen elini kolumdan çekti, başını yere eğdi ve hiç sesini çıkarmadan sürüleri ayırmaya devam etti. Ben de utandım, onu sevdiğimi anlamıştı, zeki kızdı zaten Zeliha.

Benim adım Yusuf. Yirmi beş yaşındayım.
O günden sonra tam beş yıl bakıştık, ara ara konuştuk, konuşamadık daha doğrusu. Konuşamıyorduk. Ben on dokuz yaşına geldiğimde Zeliha’yı istettirdim ve biz evlendik. Şimdi yirmi beş yaşındayım iki çocuğumuz var ve yaşlanıyoruz… Zeliha ile mutluluğumuzun tarifi kabil değildir. Tam on yıl hiçbir şey yazmamışım, yazdıklarım hep küçük pusulalar olmuştu. Zeliha’yı düşünmekten elime kalem almıyordum ki. Okumayı unutmamak için çok gazete okudum, ama yazmaya hiç fırsatım olmadı. Yazacaklarımı saklayacak hiçbir yer yoktu zaten. Bir eski kitabım var, onun arasına dolduracak değildim yazdıklarımı, bir tane koydum, bu da olsun iki ama kâğıtlar da küçük hem, sayfalarca yazı yapıyor, bunları saklayamam ben. Ne yazıyordum, Zeliha evet… Zeliha benim her şeyimdi ve şimdi de her şeyim, eğer o olmasa ben bu köyde bir dakika duramam, onsuz bir gün geçiremiyorum.


Yusuf’un yazdıkları burada bitmiyordu; ama deşifre etmek gittikçe zorlaşmıştı, yazı iyice silikleşmiş ve kâğıtların rengi bir hayli kaçmıştı. Yine de Yusuf tarafından yazılanlar fotoğrafı benim için çok daha kıymetli bir hale getirmişti. Demek ki bu adam yanındaki kadına hala büyük bir aşk besliyordu, öyle olmalıydı… Biz şehir insanlarının 2-3 aylık aşklarından değildi bu. Bu sessiz sakin; susarak yaşanılan bir aşktı, yıllara yayılan ve asırlarca devam edebilecek bir aşk… Bir Yusuf ile Züleyha, bir Leyla ile Mecnun gibi. Bu aşk bilinmeyen, duyulmamış,; ama büyük olan aşklardandı…
O an karar verdim, gidip yaşıyorlarsa bu insanları bulup onlara öykülerini anlattıracaktım. Böylesine bir aşkın yazılması elzemdir, bizim aşkımız, kendi içimizden, kendi köyümüzden, kimselerin bilmediği, anlatılmayan… Sadece gözlerin görebildiği, dillerin uzanamadığı temiz masum ve yıllanmış bir aşk. Bunu ben yazmalıydım. Not defterimi çıkarıp birkaç temel oluşturabilecek ayrıntıyı not düştükten sonra ertesi gün tekrar sahaflara giderek kitap hakkında belki bir şeyler öğrenebilirim ümidiyle sahafı sorguya çekecektim, belki de bu insanları bulmam gerektiğine dair bir yazı kaleme alır, fotoğrafla beraber blog’umda yayınlardım, kim bilir bu sayede onları bulmak daha kolay olabilirdi.
Şevket Bıdı 28.11.2011

"fotoğraf: şule c. photo"

27 Kasım 2011 Pazar

bölünme

Gözlerimi açtığımda gözüme çarpan ilk şey tavandaki örümcek ağı oldu yine, varlığına alışmıştım. İlk günkü gibi: ‘üstümü giyer giymez süpürgeyle alayım şunu’ diye düşünmedim. Güneş ilk ışıklarını uzunlamasına daldırmıştı penceremden içeriye. Gözlerimi kısarak dışarıya baktım: her şey aynıydı, dün akşam yediğim çekirdeklerin kabukları hariç:‘bahçeye inip temizlemeli.’ Yüzüm suyla buluşmaktan korkuyordu, gözlerim biraz daha kapalı kalmak istiyordu ama Alucra’nın insan kesen soğuğu, yataktan çıktıktan sonra son ümitlerinin de belini kırdı. İki dakika içerisinde vücudumdaki enerji titreşimleri hissedilebilir seviyeye ulaşmıştı. Saat yedi… Elimi yüzümü yıkadım, soğuk su ellerimi uyuşturmuştu yine, ama seviyordum yerimde zıplayarak soğuk suyla kurduğum münasebeti. Kahvaltı hazırlanıyordu, yürüyüş için vaktim vardı, ayakkabıları giyip zıplayarak indim merdivenlerden. Güneşle bilek güreşi yapıyordum sanki. Ben başımı kaldırmaya çalıştıkça zorla boynumu büküyordu. O kadar acıyordu ki gözlerim…
Ormana doğru yürümeye başladım, çakıl taşlarına vurarak, çekirge sesleri eşliğinde ilerliyordum. Eksik olan bir şey vardı, ayaklarım beni yol kenarındaki tarlaya sürükledi bir ot kopardım ve ağzıma alıp çevirmeye başladım: şimdi tam oldu.
Gülüyordum, önümde orman, arkamda köy, ağzımda ot: ayaklarım birbirlerini geçmeye çalışıyorlardı… Daha da hızlandım koşmuyordum havada süzülüyordum sanki. Rüzgâr yüzümü yalıyordu… Mutluydum… Nefes nefese ormanın girişine ulaştım. Kahvaltı hazır olmalıydı, bekletmemem lazım diye düşünürken seni gördüm ağaçların arasında… Gülümsüyordun bana, benden önce uyanmış ve ormana gelmiştin. Şimdi ne zaman mutlu olsam seni hatırlıyorum, ne zaman seni hatırlasam mutlu oluyorum… Alucra, varlığımı ruh ve beden olarak ikiye ayırabildiğim kutsal toprağım.

Şevket Bıdı

tut ki düşündüm! /2/

Ah gelmedi geri görüyor musun! Oysa devamını merak etti sanmıştım.. Neyse Haydar sana anlatayım mı ister misin dinlemek, ne dedin anlamıyorum! Cik cik mi.. karnın mı acıktı ?su mu istiyorsun.. hay bin şu kuşlar anlaması ne zor.. Neyse bak dinle, şimdi dinlemene ihtiyacım var mümkünse gözlerime bak arada cıvılda kanat çırp heyecanlan bazı yerlerinde olur mu.. Aferin bak nasılda anladın.. O çocuk sigara uzattı demiştim.. neyse neyse şurdan alayım,İstanbul hukuk kapısının oraya doğru amaçsız bir şekilde yürümeye başladık.. arada sigarasından bir fırt alıyor gözlerime bakıyor sonra tekrar sigarayı içine çekmeye devam ediyordu.. Ben de dudaklarımdaki sigarayı saat 10 yönünde çeviriyordum, tombalacılara benziyordum dudağında yamuk ve yanmamış sigarayla.. kulağımın arkasına mı koysam diye düşündüm bi an. Sonra vazgeçtim ağzımda ıslatmaya devam ettim.. dudak tiryakiliği bu olsa gerekti ha-ha. Solunda yürüyordum, sağ kolumdan tutup çekti bir anda beni “-gel bu tarafa gidelim” neden diye soracak oldum baktım cevap vermeyecek vazgeçtim.. birkaç dakika sonra anladım zaten sahaflara gidiyorduk.. ne zaman gitsem kazıklanırdım eski püskü dandik Fransızca bir kitabı 12 liraya kakalamışlardı hiç unutmam.. okumuş da değilim öyle okurum havasına almıştım.. Adın ne senin diye soracaktım dilim tutukluk yaptı aklım engel oluyordu.. Sorma bir şey sadece anlat diyordu Pamuk dedim, Orhan Pamuk.. Sevmiyorum onu hiç hazzetmem okumadım da tek kitabını dedim.. sol kaşını kaldırıp bana baktı tüten sigarası hala ağzındaydı.. hayır dostum sevmek ya da sevmemek değil mesele.. Ama diye araya girdim Ama Orhan Kemal var o çok daha iyi diye cümlemi araya sıkıştırdım sözünü kesmek önüne set kurmak istiyordum, sel gibi aştı cümlelerimi hiç pamuk okumadım diyorsun nerden biliyorsun bakışı attı bana peki dedim sustum.. Sahaflara girdik, dur dur cikleme en heyecanlı yerine daha yeni geldim.. salatalık ister misin Haydar?!! Bir saat olmadı alalı tazedir hala.. Seni beni dinle diye aldım tamam mı şimdi iyi bir kuş ol ve sessiz sakin dinlemeye gayret et zaten uzatmayacağım.. neyse mevzuyu dağıttın kendime bir türk kahvesi yapayım ben de.. geliyorum hemen, sen de aynada kendini izle ben dönene kadar. Ha-ha deli Haydar..
Suratındaki şu şapşal ifadeyi kaldırırsan iyi olur dedi, daha bi şapşallaştım bu ne demekti şimdi.. Bön bir bakışın var her an gülmeye hazır tetikte bekleyen kahkahaların var, gülemeyenler değilsin anladık ama tutunamayanlardan olursun bu gidişle.. Ah iki kere aynı şeyi söyledin, evet söyledim ne oldu gözündeki saygımı mı yitirdim yoksa?! Evde bi başına korkuyu beklerken ölmeni mi izleceğim sandın. Hay bin kunduz onu da mı okudun?!! Senin okuduklarının hepsini okudum Albayım dedi.. Düşünebiliyor musun benim okuduklarımı okumuş ama Orhan Pamuk u filan da biliyordu yani benden fazla okumuş bunu anladım sanırım ya da bana blöf yapıyordu.. Allah ım şizofren miyim diye düşünürken bi kızı kolundan yakaladım hey Merhaba! –ay napıyosunn canımı yakıyosunn.. Pardon daha önce hiç bi kıza dokunmamıştım ayarı tutturamıyorum o yüzden her neyse tek bir sorum olacak şu an yanımda 25 yaşlarında sigara içen bi erkek var mı?! –ay salak mısın var tabi şaka mı yapıyosunuzz..!! Neyse kızı bıraktım şizofren değildim bu iyi bir haber.. di mi Haydar, iyi bi haber! Kötü haber mi demeliydik yoksa.. Belki de şizofrenim o kızı da ben zihnimde yaratmış olamam mı.. Olabilir kıza dokunurken çok rahattım çünkü. Normalde otistikler gibi dokunmayı ve dokunulmayı sevmem ki oysa. Hay bin şizo ya.. canım sıkıldı şimdi Haydar.. Neyse yarın okula gideceğim orda birkaç deney yaparım arkadaşlar arasında çaktırmadan.. doktorlardan nefret ediyorum çünkü.. Sağıma döndüm Lanet olsun dostum benim gerçekliğime inanmıyor musun yoksa dedi.. Ama huzur huzur istiyorum dostum kimse hayatıma böyle dalmadı benim nerden bileyim senin ne olduğunu belki 2 saat sonra üzerime dolu bir şarjör boşaltmayacağından nasıl emin olabilirim.. Olamazsın dostum Emin olamazsın sen hiçbir şey olamazsın sen her şey olamazsın.. ha-ha! yakalamıştım cümlesindeki detayı ses çıkarmadım kendime bilge havası vermek istedim.. bilgin gibi davranıp bilgiçlik taslayamazdım ama bilge taklidi yapabilirdim, neden olmasın.. Ağzımdaki sigara da epeyce ıslanmıştı bu arada.. ya yakacaktım ya da atacaktım.. çıkarıp gömleğimin cebine koydum gömlek giymeyi de hiç sevmem ki Haydar yoksa bunlar rüyamıydı.. Yoo yoo 3 gün önce siyah bir gömlek giymiştim ama onun da cebi yoktu ki neyse peki madem sigarayı kulak arkası yaptım ama kulağımı köydeyken bir eşek ısırıp koparmıştı ahah şaka yaptım Haydar sakin ol al sana salatalık kemir biraz. Kim olmak isterdin dedi Kuyucaklı Yusuf dedim.. Gözlerime baktı inanmaz bir edayla.. ,Neden yalan söylüyorsun her sorana ben prens mışkinim demiyor musun! Neden şimdi yalan söylüyorsun! Yalan söylemiyordum oysa ki dostoyevskinin budalası gibi olduğum için sadece budalalık yapıyordum nasıl da mat etmiştim. Ah ezan okunuyor Haydar hadi iyisin gidip namaz kılalım sonrasında bir şeyler okumalıyım çok acıktım yarın devam ederim hikayeme, canına minnet zaten di mi ah şu kuşlar!

Şevket BıDı

tut ki düşündüm! /1/

Hayır bayım! Söylediğiniz gibi olmuyor. İnsan, ruhunu kontrol edemiyor.. Ruhunu da geçtim insan kendi hayatını bile kontrol edemiyor.. 6 milyar insan var diyelim.. bu büyük topluluğun tek farkı parmak uçlarında.. yemek aramak sorular sormak doğmak doğurmak büyümek ölmek geri kalan her şey tamamen aynı.. Ve bittabi insanın en büyük savaşı nefsiyle olan savaşı değil mi.. Nefs mücadelesini ben Aşk a bağlıyorum dostum! İnsanlar aşka direniyor aşkı konuşuyor aşktan kaçıyor ya da aşka kaçıyor.. her şeyin önünde arkasında sağında solunda mutlaka bir aşk var.. o zaman bizim nefsimizle olan savaşımız aslında aşkla olan savaşımız.. ben mi? Tabi ki savaştım, net bir şey söylemem zor kazandım mı kaybettim mi bunu merak ediyorsun.. Ne zaman malup ne zaman galip olduğumu bilmeden nasıl cevap verebilirim ki.. Aşktan kaçabildiğimde mi kazanacağım dersin yoksa Aşka kaçabildiğimde mi.. ben kaçmayı tercih ettim kaçtıkça kovaladı kovaladıkça koştum.. kimi zamanlar çeşmelerin kenarında çobanlarla muhabbet edip yüreğimi serinlettim sonra tekrar koştum.. girdaba kapılmazsam başarıyı elde ederim diye düşünüyordum ki hala öyle düşünür ve o şekilde koşmaya devam ederim.. gerçi yürüyorum bu aralar çok fark attım aşka bana yetişmesi zaman alacak biraz.. ama peşimi bırakmayacak biliyorum.. iradesi olan benim çünkü aşkın iradesi olmaz o iradelileri iradesizlikte gömmek için koşturur her daim.. Hep benden bahsediyoruz ya da benim fikirlerimden. Sen konuşmayacak mısın hiç dostum! Hı peki tamam o zaman bir çay söyle boğazım kurudu bak daha neler anlatacağım sana. Senin aptallaşma saatlerin var mı? Yok yok saatleri ayarlama enstitüsüyle alakası yok bu bahsettiğim şeyin. Mesela ben iki gün ayakta kalırsam aptallaşmaya başlıyorum. Mantığı tamamen reddediyorum duygularımla içgüdülerimle hareket ediyorum.. Çok uykusuz kalırsa bir insanın çıldırması muhtemel hatta cinayet işleme oranı filan artıyormuş gazete de psikoloji köşesinde okumuştum ve evet biliyor musun hala kendime uygun bir hastalık bulamadım.. manik depresif otistik panik atak sosyofobi filan.. hiçbir şey olmuyor uyuşmuyor.. ne kadar hevesle araştırdım anlatamam.. kendime deli diyebildiğimde rahatlayacaktım her şey makul gözükecekti.. ama akıllı çıktım kahretmeye akıllı çıktım dostum.. Normal sıradan bir insanmışım.. Ah afedersiniz sen diye hitap etmeye başlamışım size.. hatta sanırım birkaç seferdir dostum da diyorum. Mazur görünüz lütfen aralıksız konuşunca bazen kimlikleri karıştırıyorum. Bi mahzuru yok mu! Nasıl istersem öyle konuşabilirim yani! Ah teşekkürler dostum kasıntı birisi değilsin bu ferahlattı şimdi beni.. daha rahat konuşacağım için mutluyum en azından kendimi kaybedip sen diye hitap ettiğimde mahcup olacağım bir durum kalmadı.. sağol dostum.. sonra işte aptallaşıyorum, şu an mı? Yoo hayır şu an iyiyim dün gece uyudum saat normal sayılır, uyumam için bir hayli vakit geçmesi gerekiyor ki sohbetimiz yeni başladı sıkıldın mı yoksa? Peki biraz daha konuşalım sonra gidersin şu çay bitsin he olur mu? İşte dün İstanbul hukukun önünde bi bankta oturuyorum güneşleniyorum bi yandan da.. elimde oğuz atayı n tehlikeli oyunlar kitabı var bi ara gözüm almış sıcaktan mayışmışım.. bi ses duyuyorum şştt şttt gözlerimi açtım elinde artistik bi pozla sigara tutan 25-26 yaşlarında bi delikanlı.. düşeceksin dostum tutunamıyor musun dedi bana.. Öyle bir kahkaha savurdum ki anında anladım esprisini tabi.. ben yere düştüm ama kardeş kitabı tuttu hemen.. yerde nefesim kesilene kadar kahkaha attım.. elinde kitabım dudağında sigarası tabi unutmadan küstah bir gülümseme de vardı ama yok yok küstah değil de daha çok halden anlayan heh işte aradığım deli gibilerinden bir ifade.. elini uzattı yerden kalkmama yardım etti.. cebinden sigara paketini çıkarıp içer misin dostum! dedi. Çok fiyakalı bir sigara teklif edişi vardı görmeliydin.. neyse ben de cevaben dedim ki: hayır kardeş sağolasın 1 nisanda kendime bir şaka yaptım ve sigarayı bıraktım!” ah ne yazık olmuş dedi.. suratına baktım neden böyle söyledin gibilerinden.. konuşmaya başladı: dostum sigara düşüncelerini toplamanda yardım ediyordu sana.. tedricen kendini öldürmekten keyif alıyordun hem, saçmalama diye sözünü kestim, sus dedi ve devam etti, bak dostum alışkanlıklarını birden kesersen gün gelir birden karşına çıkarlar.. peki peki diye sözünü kestim uzattığı paketten bir tane alıp dudaklarıma götürdüm ama ateşi istemedim. Konuşmaya devam ettik: sakın yenihayat deme sakın sakın Orhan pamuktan bahsetme dedim.. tebessüm etti ama dostum o cümleyi söylemezsem nasıl sohbete başlayacağız ki dedi..
Durun durun çayımız bitmemişti daha?! Yarın devam edelim diyorsunuz.. burada bırakılmaz ki ama bu ?! peki yarın görüşürüz o zaman dostum! size dünkü çocuğun hikayesini anlatmayı çok isterdim oysaki..
Şevket BıDı

İstanbul'un naz ettiği zamanlardan...





Gözlerimi sürmeledim: güneşin batarken toprağı aşındırıp göğe fırlattığı kızıl toprakla... Ömür batıyordu, ardındaki kırmızı güzellikle.
Kırmızı demişken benim adım kırmızı değil: benim adım mavi, benim adım genç: ben mavi gencim. Çocukların dokunmak istediği bebelerin gülümsediği o görünmez mavi genç benim.
Kimi zaman üzerime mavi pelerinimi çeker gökyüzünde uçarım, beni kimselerin göremeyeceği tenha yerlerde, gökyüzünün derinliklerinde. Görürseler, namı meşhur olursam, olmaz... uçma kabiliyetim elimden alınır, gizlice sessiz sakin uçmalıyım.
Beyaz bulutların üzerine sinen kızıllık, beyaz bir atın tüyleri alev alıyormuşçasına... acı ve keyif bir arada. Ruhlara doğan bir kızıllık..
İşte istanbulun bütün modernliğine rağmen altımızda araba boğaz köprüsüne doğru yol alırken içimden, gözümden ve gönlümden geçenler... aklımda tek soru ben daha ne kadar uçacağım..
İnsanlar telaşlı insanlar mağrur insanlar heyecanlı... onlarca insan var arabalarında: düşünen, okuyan, seyreden, konuşan... onlar dışarıyı özümserken ben kendimi, ben ruhumu, ben hayallerimi özümsüyorum.
Şevket Bıdı

Fotoğraf: Şule C. Photographer

22122010

Karışıklık içinde kıvranan bir kalem gördüm, etrafına silgiler toplanmıştı.Bir işi yapmak zorundayken, yapmayıp kendi istediğimiz bir şeyi yapmak nasıl bir olay.Bu satırlarım fevkalade gürültülü bir ortamda dikkat dağıtıcı ve/veya çekici bir konu anlatılırken kaleme alınmıştır. Bir nev-i düşünmeden-yazma/düşüncesiz yazı stili/atmasyon deneyimidir.Her neyse işte, kalem kıvranmaya devam ediyordu, uçlarını kırıyor başındaki silgiyi kağıtlara sürtüyordu. Etrafta bir şey görmeye çalışıp da görememek, kendini kağıtlara bürüyüp silgilerle parçalamak isteyen bu dev adama, bir hayalet musallat olmuş. Git gör ki her nasılsa zeki olan bu cüceyi saran metakimya karışımlar onun betini benzini uçurmuş ve hava boşluğuna düşürmüş.Mahallenin imamına haber vermesi için beş yaşında çivi oynayan bir çocuğa iki şeker verip kandıran şair bu cüce mi dev mi olduğunu henüz anlayamadığı arkadaşına yardım etmek için tutuşuyordu derken kıvılcımlar eşyalara da sıçradı ve tüm cânım mobilya yandı bitti kül oldu gitti. Ambulans, polis, itfaiye ve imam evin önünde toplaşıp öpüşüp koklaşıp konuştuktan sonra harekete geçtiler.. Ambulansın ilk yardım kanepesinin musalla yapıp itfaiyecilerin suyuyla ölüleri guslettirdiler. Sonrasında polislerin cemaati olduğu cenaze namazını kıldıran imam, oracıkta bayılıverdi.
Şevket BıDı

Hiç,Hep,Bir


Güneşe direnebilen bir seni gördüm, ışınların içinden geçerdi bakışların ya da gözlerinde toplardın güneşi, bakamazdım kamaşırdım.
Kimi zaman ağlardım, sorduğunda; “sen kaçtın!” derdim. Çenemden tutardın sol elinle, var gücünle destek olurdun bana ama başım hep eğik kalırdı kaldıramazdım. Sonra sen de başını eğerdin, alnını omzuma kor yine sol elinle yanağımı okşardın. Nefesin ruh gibiydi sen soludukça, ben hissettikçe: canlanırdım, yaşardım. Şevket derdin ama edemezdim, Azad’sın derdin hayır senin kölenim derdim, İsmail derdin, sana kurban derdim, Abdulkerim derdin, susardım, sarılırdın.
Gözlerimi açardım, puslu bir görüntü sonra arşıma diz çökmüş siluetini hissederdim. Omzumdaydın, yanağımda ve ruhumda. Sonra görmeye başladım sol elini ve dizlerini, ama puslu ve tuzlu, bilmem kaç zaman böyle durduk.. Sağ elimi kaldırdım ve yanağımdaki elini tuttum, başını omzumdan çektin ve usul usul gözlerinle gözlerimi aradın.. Gözlerin gözlerime değdiğinde ben “hep”tim ya da “hiç” zaten “bir” değil miydik!
Şevket BıDı 30,03,2011

orhan pamuk'a dair


bundan bir yıl kadar öncesinde bir dostumun muhalefetiyle orhan pamuk okumaya karar vermiştim.

benim için pamuk fırsatçı popülist vs vs vs'nin tekiydi. şu an bu adama karşı hissedilen ne kadar negatif his varsa alayı bende bir aradaydı; yani öyle berbat öyle vatan haini öyle düşük edebiyatı olan, ayrıca böyle güldüğünde elinde nobeli tuttuğunda öylesine itici bir havaya bürünürdü ki bu adam benim için... bazan tarif bile edemiyorum nasıl nefret ettiğimi. abartmıyorum bi hayli milliyetçiydim ve bu adam da vatan haini filandı bana göre.
sonra bi dostumla pamuk üzerinden muhalefete başladık, ikna etti beni, haklıydı, çünkü okumadan etmeden bir insanın edebi yönüne dair laf edemezdim, yakışmıyordu da zati.

kütüphaneye gittim ilk beyaz kale yi aldım elime, fena kitap değildi, ama nobel aldıracak kadar değil, kitabı okurken de halen siyasi görüşlerini de hesaba katıyorum, içimdeki nefret olduğu gibi duruyor, ama okumaya devam ediyorum...

sonra cevdet bey ve oğulları nı okudum, pamuk un acemilik döneminde kaleme aldığı bir esermiş; sevemedim, iyi hoştu ama yeterince derin değildi. geniş yelpazeli bir okuma havuzum vardı bu sebepten beni etkilemesi için çarpıcı bir şeyler, derin bir üslup, etkileyici gerçekler olmalıydı bir kitapta.

yine devam ettim yeni hayat ı aldım bu defa, bak işte sanki bu sefer oluyor gibi. bir sisin ardından olayları takip ederken bir yandan da ortaya konan metaforları çözmeye çalışıyordum, aynı zamanda romandaki orhan kemal havasının tadını çıkarıyordum. kitap bitti, önce yılgınlıkla hayır çok sevmedim dedim, ancak devamında kendime şunu itiraf ettim; sevdim, cidden sevdim.

benim adım kırmızı yı okurken biraz ağzım açık kalmıştı, bu ne bee, bu nasıl bir işçilik demekten kendimi alamadım, bir kaç gün sürdü bitirmem, ama bitmesin diye usul usul okuduğumu inkar edemem. haddi zatında en şeker romanı buydu benim için.

sonra masumiyet müzesi , okuduğum en tatlı en keyifli en şeker aşk romanlarından birisi, belki de en iyisi. alıp götürüyordu zaten. bu arada içimdeki pamuk düşmanlığı bir hayli sönmüştü çünkü bu adam edebiyat yapıyordu! ve bu işi gerçekten iyi beceriyordu.

akabinde kara kitap allah'ım işte olay budur dedirten romanı buydu, kendimi görmüş, kendimden ziyade benim gibi insanların: yazmaya okumaya mecbur hisseden, onlar olmadan yapamayan bi yanları eksik kalanların anlatıldığını gördüm. basit alelade bir hikaye belki, ama o tasvirler; o zihin tasvirleri... sanki spor bir arabanın pistte şov yapmasını izlemek gibiydi bazı bölümlerini okumak ve araya serpiştirilen düşünce dehlizleri, boğulmaya gerek yok, gir içine kulaç at, keyfine bak, olay budur be! diye haykır.

bu noktaya ulaştığımda benim için pamuk tamamdı. nobellik bir edebiyatçıydı, vatan hainiymiş, bilmem ermenilere bişi demiş, satmak için popülist olmaya karar vermiş vs vs diye şeyleri hatırlamakta bile zorlanmaya başlamıştım. sonra bi baktım zihnim pamuk romanı arıyor, olsa da okusak gibilerinden.

pek de kitabı kalmamıştı geriye kar ı buldum, keyifle aşkla şevkle okudum, içerisinde siyasi oluşumlar, giydirmeler, tarafsız beyanlar ve onlarca mevzu vardı, ama ben romanın tadını çıkarıyordum sadece, sadece roman...

son olarak sessiz ev i okudum. ikinci romanıymış, ilginç bir yapısı vardı muhakkak, ama pamuk u zorlanmadan bu romanın içinde de buldum ve keyifle okudum diyebilirim.

şöyle bitirelim... ben anladım ki önyargı bu toplumun temel direkleri ve asıl önemli olan bu önyargıları kırabilecek cesarete sahip olmak.
ve evet pamuk dünya çapında bir yazar ve aldığı her ödülü hak ediyor. türkiyenin iftihar edebileceği nadir yazarlardan birisidir.
18.10.2011 Şevket Bıdı

26 Kasım 2011 Cumartesi

cemile


daniyar'a o gece ne olmuştu, bilmiyorum derin, ince bir hüzün vardı
sesinde, bir yalnızlık vardı; gözlerimiz yaşlarla doldu.

cemile bir eliyle daniyar'ın arabasının kenarına sımsıkı tutunmuş,
başı önünde, yürüyordu. daniyar'ın sesi yeniden yükselince başını
kaldırdı, arabaya atlayıp yanına oturdu onun. kollarını göğsünde
kavuşturup heykel kesildi. ben de arabanın yanında yürümekteydim,
onları daha iyi görebilmek için adımlarımı açtım. daniyar, cemile'nin
farkında bile değildi, türküsüne devam ediyordu. cemile, kollarını iki
yanına indirdi, daniyar'a sokulup başını omuzuna dayadı onun.

kırbacı yiyen bir at nasıl hızlanırsa, daniyar da birdenbire öyle coştu
sesi titriyordu, ama eskisinden de gürdü. bir sevda türküsü söylüyordu!

donakalmıştım. bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı,
karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm.
onlar görmediler beni, ben yoktum. yanlarında yürüyordum oysa;
ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi
kendilerini. onları tanıyamadım. daniyar eski daniyar'dı, sırtında
paçavraya dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta
pırıl pırıldı, yanıyordu sanki. ona ürkekçe, utanarak sokulan kız,
kirpiklerinde yaşlar ışıldayan kız, cemile'ydi, benim cemile'mdi. yeni
doğmuşlardı, biraz önce görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. sahi,
mutluluk değil miydi bu? o türküleri yaratan yurt sevgisini artık
cemile'ye adıyordu daniyar. evet, cemile'nin türküsüydü bu,
cemile'nin türküsüydü.
-------------------------------
cemile'yi gördüm. daniyar'a sarılmıştı. omuzları sarsılıyordu,
kabarıp kabarıp iniyordu sanki. samanların arasına, onun yanına
uzandı sonra.

bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu geldi: samanları savurdu, harman
yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda bir topaç gibi dönmeye
başladı. gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları parçalıyordu. hem
güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın son
fırtınası. cemile, seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı
tutkuyla.

değişir miyim hiç, değişir miyim? beni hiç sevmedi. selamlarını
bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı. ne onu istiyorum
artık, ne de geciken sevgisini. kim ne derse desin! yalnız sevgilim
benim, seni hiç bırakmayacağım! yıllardır seviyordum seni!
tanımadan bile seviyordum. sonunda geldin işte, bildin yolunu
gözlediğimi geldin!

kedicikler...



Malum mart ayını geride bıraktık..
kapıya musallat olan bir kaç kedimiz vardı geriye sadece minnoş kaldı, 8-10 yaşlarındaki bacılarımın taktığı lakabıyla..

bu minnoşun 4 tane fare kadar bebesi vardı, akşama kadar dilenciler gibi cama yapışır kapıyı tırmalar /hayır yemek vermiyor da değiliz bacılarım ne varsa taşıyor zaten/ miyavlar evin içine girer üst katlara çıkar /piskedi/ hatta bi ara içeri girmiş, kitap okumaya dalan bana tip tip bakıyorken yakaladım! sen tut o pis patilerinle halılara bas olacak iş değil.. çok yüz verdi bacılarım bu minnoşa, kızıyorum ya neyse..

4 yavrucaktan geriye 1 tane yavrusu kaldı.. bizim çelimsiz yavrularını kurda kuşa kaptırıyor hep. aldık evet içeri aldık ama bu yine kaçtı geceleri uyutmadı beni miyav miyav miyav.. ya hu seni kaplandan aslandan kurtardık bir tane bebişin kalmış.. sütün önünde pilav kuru salata arkanda. ye iç yat mübarek!

gözleri hala kapalı tek yavrusu kaldı işte.. minnacık ufacık şirin bir şey.. bugün bacılarım yüzsüzlüğün dibine vurup kediyi ta üst kata çıkarıp kapının tam önüne yerleştirmişler.. bir de mekan yapmışlar ki benimle o kadar ilgilenmiyorlar keratalar.

miyavlamaları dışında pek bi şikayetim yok. şu saat oldu halen miyav miyav. o değil bütün gece tefekküre garketti, adnan oktar dan giriyorum charles darwinin ruhundan çıkıyorum.
şimdi miyavlamaları dinmeyince dur bir şeyler yazayım belki iyi gelir diye düşündüm.. bu da böyle bir anımdır.

Şevket Bıdı

tebessüm


Güneş, önünde uzanan çakıllı yol ve gözlerini kısmasına neden olan rüzgardan başka yoldaşı yoktu, taşlı yolda ayaklarını sürüklerken. Zirveye ulaşmasına az kalmıştı ancak Azad nefes nefese kalmış bedenini dinlendirmeden bir adım daha atmamaya karar verdi. Yolun kenarındaki çimlere oturup sağ cebinden sigarasını çıkardı, rüzgarı arkasına alıp büyük bir gayretle sigarayı tutuşturup tüttürmeye başladı. İlk nefesi verdiğinde içinden çıkan dumanı göremedi bile, rüzgar uzak diyarlara götürmüştü çıkan dumanı. Dudaklarında buruk bir tebessüm vardı, ağzının kenarına yerleştirdi sigarasını, eğilip yerden bir avuç toprak aldı ve bir elinden diğerine dökmeye başladı toprağı. Nefes alışverişi düzene girdiğinde tekrar yola koyuldu: zirveye çıkacak, oradan köyü seyredecek ve rüzgara karşı kollarını açıp yüzünü de arkaya atacaktı. Sıkıntılı, dertli olduğu zamanlarda hep bu zirveye gelir ve zihnini boşaltmaya çalışır, doğru kararlar, doğru fikirler edinmeye çalışırdı.
Yaşama amacı denilen konuda sıkıntıları vardı, neden yaşardı ki insan. Hayatın keşmekeşine, anlamsızlığına narkoz vermek niyetiyle severdi insan; çünkü sevdiğinde bütün bu düşünmesi gereken şeylerden uzaklaşır, dinginleşir ve uyuşurdu. Bu uyuşukluğun ta kendisiydi, insana hayatı çekilir kılan. Ama ya bilmeden yaşamak, anlamadan sadece hissederek yaşamak! Bu muydu olması gereken. Bir türlü karar veremiyordu hangi noktada durması gerektiğine. Azadı n ismi Azad idi sadece, kendisi insanlara ve kitaplara köleydi, özgürleşememiş ve bunu hiçbir zaman başaramayacağını da idrak etmişti, bu yüzden acı çekiyor bu yüzden sızlanıyordu.
Zirveden aşağı inmeye koyuldu, ana yolda çıktığında yanında duran minibüse bindi köye kadar yürüyemezdi bu yorgunlukla, köyde Mıstık diye çağırılan daha yeni büyümeye yüz tutmuş bir çaylaktı minibüsü kullanan. Az biraz ilerlemişlerdi ki bir kadın kafilesinin yanında durdular tekrardan. “ağabey bunlar akraba onları da alayım dedi” Mıstık. Azad en arka koltuğa gömülmüş otobüsün camından dışarıdaki kadınlara bakıyordu. Bir tanesi 20 yaşlarında genç ve güzel bir kızdı, bir saniyeliğine göz göze geldiler, Azad hemen başını çevirdi. Önce hayır binmeyelim diyen topluluğa kız hükmetmeye başladı: “hadi binelim! , hadi binelim!” Minibüse bindiklerinde Azad kendi köşesinde kaybolmaya, yok olmaya çalışıyordu, kız binerken arkaya dönüp bakmadı ama onun hareketlerinden kendisine bakmaya çalıştığını anlamıştı. Hafif bir tebessüm etti Azad. “Hey gidi hayat sen böyle işveli ve nazlısın işte” diye geçirdi içinden. Beş dakika sonra kadınlar minibüsten inmek için müsaade istediler, kız inerken arkaya dönüp bakmak için çok zorladı kendini; ama cesaret edemedi. Azad yandan baktığı kızın dudaklarında bir tebessüm gördü, ufak bir tebessüm. İndiler ve yollarına devam ettiler. “Bazen bir bakış görünmeyen gözlerde değil dudaklarda da gizlenir” dedi Azad. Köye geldiklerinde usul usul minibüsten inip Mıstık’a da teşekkür ettikten sonra eve girdi ve eline bir kitap alıp koltuğuna uzandı.
27.09.2011
Şevket Bıdı

25 Kasım 2011 Cuma

düşüş /la chute/


Aynı tür kurgu ve usluplarla karşılaşmaktan bunaldığım bir zamanda, daha önce tecrübe etmediğim bir anlatım şekliyle ilgimi sayfalarında yoğunlaştıran dahiyane bir Eser..
Hani başımıza bir şey gelir de hep içten hesaplarız: ne kimseye anlatabiliriz, ne de o olayı tekrardan yaşayıp olanları değiştirebiliriz... Hep o geçmiş olan ânda doğruyu mu yaptık diye merak ederiz.
İşte sizin de kendinizden bir çok şey bulacağınıza inandığım nadide eserlerden birisi.

dublörün dilemması


Kardeşim hayat memat meselesi olarak gördüğü büyük bir sınavla cebelleşirken, benim kaldırımda oturup kahkahalar eşliğinde okuduğum Murat Menteşimsi kokuların buram buram yayıldığı hoş bir kitap... Öncelikle:
-Kitap çok güzel; ama ben fazla beklentiler içerisindeydim bu yüzden hafifte olsa bir kırılganlık olmadı değil
-Kelime oyunlarına bayıldım
-Kitap için bir Roman dır diyemem.Çok farklı bir şey olmuş... Andre Gide vâri desem yalan olmaz.. bknz: kalpazanlar
-{devamı 121. sayfada} yalancııııı.....
sinemadan çok faydalanmış;
pulp fiction senaryo mizanseni alınmışş!

kitaptan kesitler: " Cennet ve cehennem hakkında ileri-geri konuşmam çünkü ikisinde de dostlarım var.(Mark Twain) "
"Karanlıkta kelimelerin ağırlığı artıyor.(Elias Canetti) "
"Falcı,müşterisinin göremediği bir şeyi görebilen kişidir:Onun bir budala olduğunu(Ambrose Gwinnett Bierce) "
"Gençler olmayacak şeylere heveslenirler,yaşlılarsa hiç vuku bulmamış şeyleri hatırlarlar.(Hector Hugh Munro) "

sokak -ta


Sıkıcı bir havayla damdan düşer gibi başlıyor. Hikayeyi toplamıyor da hayli böyle devam ediyor mesele. Kitabın ortalarına kadar görüşlerine itimat ettiğim bir kaç arkadaş sebebiyle devam ettim onlar beğendiyse vardır bir hikmeti dedim. Sonra mevzu açıldı dallandı budaklandı ilk başlardaki kasvetli havayı dağıttı derin manalı cümleler ve üzerine hayli kafa yorulmuş olduğu anlaşılan mefkureler. Metaforu kullanmış amenna ama bu kadar lüzumu yoktu sanki. Konuyu Hekimoğlundan Emine Şenlikten 3-5 tanıyoruz /sokak meselesi/ bunu fantastik polisiye ve felsefe bablarıyla yoğurmuş iyi bir iş çıkarmış diyelim.

24 Kasım 2011 Perşembe

pratikte absürdizm

yo hayır dostum yanlış okumadın her şey yazdığım gibi. tekrar okuyalım istersen:
beyazıtta işlerimi hallettikten sonra sosyal aktivite olsun namına eminönüne kadar yürüyüp bi üsküdar vapuru çevirdim sonra atladık bi arkadaşla içine arkamdan takip ediyormuş ben vapuru çevirince o da hoppacadak bindi.. hacı romantizm yapalım mı dedi.. o ne la ne var aklında dedim buna.. gitti iki sıcak çay aldı rüzgara karşı içtik, işte bu dedi bunu kastediyordum.. sonra bi ****** çıkarttı bana da verdi dudaklarımızla buluştu ama yakmadık.. çok rüzgar vardı ziyan olmasın dedik.. aslında vapurlarda ****** içmek yasak biliyorsunuz her ne kadar kaptan camı açarız polis filan gelirse de elimizde söndürürüz dediysek de olmadı ikna edemedik.. beni ekmeğimden mi edeceksiniz deyince emekçi ve ekmekçinin dostu olan arkadaşım hemen denize attı sonra kendi de atladı denize attığı ******nın çöpü elinde kafası göründü "ya hacı hiç uyarmıyorsun denize hiç çöp atılır mı!!" arkadaşa bir ip fırlattım sonra ipi de vapurdaki direğe bağladım öyle arkamızdan sörf yapar gibi geldi çok takla attı kolunu bacağını burktu haddinden fazla.. ama denizin ortasında öylece bırakacak değildim onu elbet... evet denizin ortasında ne var bu arada.

üsküdara attım kendimi sonra halatı belime dolayıp denizdeki hamsi düşkünü arkadaşımı karaya çıkartmak için çaba sarf ederken hamsinin biri kafasını çıkardı denizden: -Abi, dur! dur! çekme koyver gitsin dedi.. niye la noldu dedim.. biz dedi biz atlantise gidiyoruz senin arkadaş da bizimle gelecek ben hızlı yüzdüğüm için beni yolladılar de koyver sen arkadaşını o artık bizimle dedi..
iyi peki dedim.. türkiyenin doğusuna döndüm yüzümü yürür adım koşmaya başladım.. bi ****** çıkardım bu arada, yaktım dumanı da içime çekmeden üfürdüm.. sonra bi daha çektim.. hafiften gözlerim kaydı sonra ağır çekimde şu sahneyi yaşadım.. güzel bir kız geliyordu karşıdan.. "iyi bir yobaz güzel bir kız gördüğünde kaldırım taşlarını inceleyendir" lafını icad ettim o anda.. beynimdeki not defterine yazdım sonra başımı kaldırıp bu güzel kızı incelemeye başladım.. tanıyorum tanıyorum mavili bu mavili. adı şey şey işte.. dilim dolanmıştı ismini biliyordum ama söyleyemiyordum.. ağır çekim devam ediyor.. tam yanımda şu an aha geçti aha geçicek beni aha geçiyor kafamı sola doğru çeviriyorum usul usul hala düşünüyorum zihnimde peşpeşe isimler sıralıyorum dilimin ucuna kadar götürüyorum hale fatma zuhal rumeysa nalan hayır hayır hepsini dilimden ucundan aşağı yuvarlıyorum.. ağzımdan tek kelime çıkıyor.. gözlerimin bilinçaltına sığınıyorum bu kelimeyi haykırırken /şu an hızlı çekime geçtik/ yanımdan sıyrıldı geçti koşar adımlarla elinde bir poşet.. haykırdım arkadaş hey mavili mavili hey bağyann tanışabilir miyiz.. ne kadar klişe cümle espiri varsa hepsini sıralamaya başladım.. dönüp bakmıyordu hala.. bağyannn heyyy maviliii heyy kızz baksana ben sapık heyy...

bi anda bana döndü. sustum. yüzüme baktı yüzüne baktım. sonra yeni bir fiil keşfettik: "bakışmak" aa dedi ben hala bakıyordum, elimde ****** kalmış dumanı omzumdan tütüyor.. sonra gözlerim tütmeye başladı göz kırpma refleksine karşı koyuyordum.. tam retinaları yakacakken: "Burcu" dedim.. Burcu, Nasılsın..

Yalan olmasın ne konuştuk ne ettik bilmiyorum. Üsküdarın o amaçsız martılarına benziyordum. neden durdurmuştum ki. Hem de arkasından mavi mantolu bağyan diye haykırmıştım.. sabahattin ali nin kürk mantoluyu çalmadım hayır tabi ki esinleniyorum sadece, bu rüzgar herkese eser zaten önemli olan üşütmemek..
bi çay bi çay dedim cevap alamadım.. Sonra tekrar dedim ama bu sefer sesim de çıktı öyle telepatik yollarla anlaşamayacaktık anlaşılan..
peki dedi olur elindeki poşetleri sordum. şey dedi.. "kitap örtü birkaç renkli serçe saç boyası harleyy için ufak baslar filan felan”
Üsküdar sahil kordonuna fiyonk atıp yürümeye koyulduk. Yanımızdan gelip geçen martılar selam burcu nasılsın burcu merhaba burcu diye selam edip duruyorlardı hem uyuz oluyordum hem de sesimi çıkaramıyordum ne yapayım yani martılar seviyordu burcuyu.. sonra birine yeter ama yaa gibilerden elimi kışladım o sırada simitle saldırdılar bana. Ağzımı gözümü nişan alıyorlardı habire.. ziyan olmasın diye tüm simitleri yakalayıp yedim.. ağzımda nimetle konuşamayacağım için uzun bir süre daha yürüdük.. sonra korcan çay bahçesine gelmişiz o yürüyüşle.. amanın bi güzel yerdir orası ki sormayın.. tam kız kulesine nazır bir masaya geçtik. Sandalyenin yanındaki kediye bi dondurma ısmarladım sevimlilik olsun diye, kaldırım kenarında bacak bacak üstüne atıp yalamaya başladı sonra sineklere de bi küp şeker ısmarladım nihayet başbaşaydık..
Çayıma şeker atmadan karıştırmaya başladım, n’apıyorsun bakışı attığında hiçç eski günlerden kalma bir alışkanlık dedim.. evet ufaklık söyle anlat bakalım ne var ne yok dedi..
Bir başladım anlatmaya anlat anlat bitiremedim sonu gelmedi ama garson geldi hesabınız bin liraya dayandı deyince anladım ki cüzdanın da sonu gelmiş yol parasını artırıp hesabı ödeyip kalktık oradan.
Sahil boyunca yürümeye başladık bi sigara çıkarttım ve yaktım ona da ikram ettim o da yaktı.. sansürü de yaktık sigaraya sansür uygulayınca ne oluyor sanki.. burcu dedim, buyur dedi “bana 2 lira versene yol için!”
Şevket Bıdı

dine karşı din


Başlık tek başına kitabı özetliyor aslında.
Bizim bildiğimiz ve inandığımız şekliyle dinin adı islamiyettir ve islamiyet adı altında bir takım karşı dinlerde mevcut.. Şu h.z İsa'nın havarilerinden olan yahudi dönmesi hristiyan bir zat vardı ismini anımsamıyorum. İncildeki bir takım kuralları ilga edip yerine o an toplumun kabul göreceği kurallar koymuştur bir nev-i kutsal kitabı tahrip etmiştir. Hak dine karşı batıl bir din öne sürmüştür.
Aynı tehlike islamiyet için de var.. İslama karşı çıkanların inandığı bir Tanrı/Tanrılar vardı onlar islamiyete hiç bir zaman dinsizlikle kafa tutmadılar. Dine dinsizlik ateistlik zarar veremez bunu sadece aynı dinin değişime uğramış bir benzeri zarar verebilir.. Kitap bazı islami terimlere de dikkat çekiliyor. Allah ve Rab kelimesi mesela. Rab sahip demektir. Firavun halkına "ben sizin rabbinizim" der. Sizi ben yarattım demez çünkü o da inanır ki yaratmak Allah'a mahsustur ve Allah ın varlığına da inanmaktır dinsiz değildir. Ama sizin sahibiniz sizin rabbiniz benim deyip şirke düşer. Allah ı bu yönden egale etmeye çalışan bütün dinler şirk dinidir. Ve şirk dinleri inançsız değildir aksine sağlam itikadi temelleri olan dinlerdir ve hak din olan islamiyetin de en büyük düşmanı bu batıl dinlerdir.
Günümüzde de islamiyet bir takım çevrelerce tahrip edilmeye çalışılıyor bunun farkında olanlar azınlık denilebilecek kadar az halkın büyük çoğunluğu hoşgörü kelimesini ardına sığınmış ve bu hareketlere göz yummuş dahası desteklemiştir de.
din bir afyondur evet ama uydurma dinler ya da batıl dinler için geçerli bir genellemedir bu. İnsanda varolan tapma arzusunu irade ve idare etmek için halkedilmişlerdir bununla beraber islamiyet bir afyondan çok bir aydınlanma aracıdır ve kitapta da bu desteklenmektedir, islamiyetin tek düşmanı olarak da bu şirk dinler gösterilmektedir. Dinimizin ilk yıllarında dahi gelişmeyi ve genişlemeyi engelleyen büyük etkenlerden birisi de bu olmuştur yani şirk dinleri.
Mül Allah ındır deyip insanları uyutmaya çalışan bir takım zevatlar için de şunu öne sürüyor Şeriati: Mülk Allah'ındır sosyal ve ekonomik konularda Allah ile Nas aynı saftadır bundan dolayı Mülk Halk'ındır. Burdan şu anlaşılmalı, Mülk Allahındır deyip insanların fakirliğin güzel bir şey olduğuna inandırılıp sahip oldukları hakları savunmaları engellenmek istenilmektedir. Ortada bir mülk varsa bunun yaratıcısı illa ki Allahtır ancak bu mülkün sahibi emanetçisi insandır biz fakiriz deyip boyun bükmekten ziyade biz fakiriz evet ama çalışırsak daha iyi olabiliriz ve kendimizi düzeltebiliriz Allah bizim nimetimizi de artırır düsturuyla harekete geçmeli ve bunun için çalışmalıyız. Burda da sosyal bir uzlaşmayı ele almıştır.. Şeriati, bildiğim kadarıyla bu tür şeylere kafa yormuş bir alimdir ve öne sürdüğü tüm bu meseleler düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken türden mevzulardır.

godot'yu beklerken


hepimiz godot yu bekliyoruz. godot bir sembol aslında hersey olabilir. umut, tanrı veya baska birsey.

absürd tiyatrosunun en önemli yapıtlarından olan godot'yu beklerken' in sahneye konuluşunun 50. yılı samuel beckett bu iki perdelik oyununu, cennetin kapısı önünde umutla bekleşen iki kişinin görüldüğü lord dunsany'nin the getterling gate oyununun parodisi olarak kaleme alır. bekett tanrının,hakikatin,anlamın saçmalığından ve yaşamda bunları bekliyor olmanın boşunalığından bahseder.edimleri ve düşünceleriyle vakit geçirdikleri ya da 'varoldukları izlenimi' veren oyun kahramanları amaçsızlık ve anlamsızlığı sergilerler yapıtta.-heidegger'in oyunu izledikten sonra : bu adam heidegger okumuş olmalı dediği söylenir.
bana göre tüm zamanların en iyisi olan bu oyun 21. yüzyılda da kafamızda soru işaretleri bırakmaya devam ediyor.' *

ve ayrıca godot yu beklerken:
godot yu beklerken canım sıkıldı eve gittim. ocağa su koydum 10 dakikada kaynadı sonra çay demledim biraz daha bekledim çay otursun diye havlu sardım demliğin üstüne hem soğumasın hemde güzel demlensin diye, hazır olduğuna karar verdiğimde bardağımı sıcak suyla çalkaladım demlikleri elime alıp yarısına dem yarısına sıcak su doldurup orta demli bir çay hazırladım kendime. sonra kütüphaneme geçtim kitapların karşısına oturdum onları seyretmeye başladım çayı sol elime aldım sağ elimi raflara uzattım bu arada evet şekersiz içiyorum siyasi kitapları teğet geçip klasiklere doğru yol aldım sonra usulca delikanlıyı okşadım ordan budalayı sevdim biraz sonra eugenie grandet ye dokunup iç geçirdim oblomov a gözüm kaydı ama üşendim onu sevmeye boşver dedim sonra severim kalpazanları sevdim birazda andre gide hakkında pek hoş olmayan şeyler düşündüm ama kimseye söylemedim yuttum gitti son olarak karamazov kardeşleri parmak uçlarımla hafifçe okşayıp geri çekildim. sonra kütüphanemin yanında kitap listemi kurcalamaya başladım son okuduklarım: evet, evet, evet hmmm bu güzeldi evet evet.. sonra kalemi aldım elime ve şunları yazdım: ----------------------------------------

eklemeyi unutmuşum: daha sonra telefonum çaldı arayan godot ydu. ne var noldu dedim. seni bekliyorum dedi.

saatleri ayarlama enstitüsü



Neden hep Halit Ayarcı'yı dile getirir insanlar?
Halit Ayarcı'dan ziyade benim için başrol adamı Hayri İrdal oldu.

Kitabı okurken hep şunu düşündüm: acaba Halit Ayarcı ile Hayri İrdal aynı kişi mi? Kitapları okurken kendimce senaryolar yazmaya bayılırım. Neyse öyle olmadı; ama ikisini kardeşten öte gördüm hep.
Ahmet Hamdi hocaya söyleyecek söz yok zaten; kitabı okurken, alay mı ediyor? ciddiye mi alıyor birazdan birisi size kahkahayla gülecek mi? inansam mı, inanmasam mı?
Evet kitabın sonlarına doğru teslim olmuştum: peki dedim bu kadar, ben de inanıyorum artık S.A.E olmalı; ama tam o anda Halit Ayarcı vazgeçmesin mi! haydaaa, resmen alay etti Ahmet Hamdi üstad.
Kitabın içeriğine daha fazla değinmeyeyim.
Ölene dek hatırlayacağım kitaplardan birisi oldu. Yerli yabancı hiç bir yazarda böylesi bir yazma gücü görmedim açıkçası; zehir gibi bir zekanın ürünüydü sanki.
Daha neler neler eklenir de eleştirinin kısası makbuldur deyip susayım,
kaçırmayın. Son bir şey, genç yaşta okumayın: aynı keyfi alamazsınız o yüzden diyorum, biraz büyüklerin kıymetini bileceği tarzdan bir eser olmuş çünkü.

aşkın metafiziği


Arthur hocayı seviyoruz...
Sokrates in ve Aristoteles in oğlancılığa çanak tuttuğunu, Yunan Mitolojisine mensup yaşlı tanrılardan Zeus ve Heraklesin erkek sevgilileri olduğunu ıyk yazarken bile bir garip oluyor insan; ama sonradan ilim bu deyip gözlerinizi kapatarak okumaya devam ediyorsunuz.
Neyse işte bunlar böyle pis bir millet zaten. Arthur desteklemiyor paderastie yi (oğlancılık) bunun sebeplerini doğaya bağlıyor daha iyi bir tür elde edebilmek için yaşlıların ve çok gençlerin (işte kalitesizlik söz konusu olduğu için)çocuk sahibi olmaması filan gerekiyormuş içgüdüler de insanı buna sürüklermiş.
Zaten kitabın başındaki kadın erkek uyumları vesaire insanı hislerden arındırıyor, çırılçıplak bırakıyor hayata karşı...
Kitap 83 sayfa; ama dünden beri tın tın okuyorum çok ağır şeyler söylemiş hacı abimiz.
Bir gayri müslime göre Arthur takdir ettiğim nadir filozoflardandır...
Be adam! İncil okumuşsun Tevrat okumuşsun hiç yakışıyor mu bu geniş görüşe Kuran ı Kerimi bir kere dahi okumamak ve ya semavi dinler arasında farz edip düşünmeyip kafa yormamak. Neyse..
kitap iyi,25 ten küçükler okumasın, pek bir şey anlamazsınız.
Bir de hurafe niteliğinde inanç başka şey; felsefe başka şey.